Powered By Blogger

GİRİŞ

Düşüncelerim,benim hayatım için seçtiklerim ve değiştirmenin yolu da kabullenmek, herşey için öncelikle şükretmek...
Kocaman bir evren kollarını açmış kucaklamak için bizi bekliyor.
Ve emin olun ki dünya hepimizin etrafında dönüyor...
Belki farkındasınız belki de değilsiniz ama gerçek bu!
Düşüncelerimiz ne ise biz o’yuz...
Yani bugün yaşadıklarınız, geçmişte kendiniz için düşündüklerinizin toplamı!
Gelecekte yaşayacaklarınız ise bugün ki düşünceleriniz ile şekillenecek tabii ki.
Bugün sahip olduğunuz herşeye şükrettiğiniz, teşekkür ettiğiniz ve istemeye devam ettiğiniz sürece...
Sahip olduğumuz(düşünce gücüyle)enerjiyle, olumlu ya da olumsuz düşündüğümüz her şeyi hızla hayatımıza çekiyoruz...
Ve çok ilginç insan bedenindeki enerji miktarı yaşadığı şehri(ne kadar büyük olursa olsun) bir hafta boyunca aydınlatacak kadarmış.
Şimdi geçmişe şöyle bir baktığımda içsel anlamda bunu bildiğimi fark ettim ve farkında olmayarak kullandığımı.
Ama önemli olan farkında olmak dolayısıyla hatırlamayı hatırlamak...
Şimdi farkındayım!

Ömer Sabri KURŞUN

Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma!Taşıyamazlar,kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar...
Üç çeşit dost vardır;birincisi ekmek gibidir her zaman istersin.İkincisi ilaç gibidir lazım olunca ararsın.
Üçüncüsü mikrop gibidir o gelir seni bulur.
*****
Karıncaya sormuşlar; '' nereye gidiyorsun?'',
'' dostuma'', demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca; '' olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş...
Yolunda ölünecek dostlara...


https://kursunsabriomer.blogspot.com
Çeşit çeşit insanlar yanıltmasın sizi;
yalancılar, dürüstler, düz insanlar, zorbalar..
Gülümseyen kalpler arayın, az da olsa etrafı tarayın.
Gözlere mi sakın ha aldanmayın, sözlere hele hiç kanmayın.
Haydi rast gele...
Ş A N S I N I Z A...

28 Haziran 2009 Pazar

Dilenci….




Kalbim hasretle dolu özlem büyüyor
Aramızda aşılmaz dağlar duruyor
Kalmadı hiç sabır şu ömür bitiyor
Dilenci oldum aşkı bulamıyorum

Yoktur derdimin ne eşi ne emsali
Yeşeremedim kuru dal misali
Var mı dünyada böyle birinin hali
Aşk dilencisiyim hep sürünüyorum

Bir engel ki duruyor her an karşımda
Bir yazı ki bak yazılı şu anlımda
Bir kader ki gülemedim hiç hayatımda
Serhoş oldum ben, aşkı arıyorum…

28.06.2009
Ömer Sabri Kurşun



21 Haziran 2009 Pazar

Cahit Sıtkı TARANCI/35 Yaş



resim4.jpg



35 Yaş

Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden öyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayâl meyâl şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir,
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar
Nerden çıktı bu cenaze Ölen kim
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.

Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misâli o musalla taşında.

Cahit Sıtkı Tarancı

***
Hiç yorum yok:

Bab' Aziz


http://kursunsabriomer.blogspot.com
- Hassan, seni bekliyordum.
- Beni mi bekliyordun?
- Ölümüme şahit olman için.
- Neden ben? Ben ölümden çok korkarım.
- Bu yüzden. Annesinin karnında karanlıklar içinde yatan bir bebeğe; “Dışarıda ışıkla dolu bir dünya var. Yüksek dağlar, büyük denizler, sonsuz ovalar, çiçek dolu bahçeler, dereler, yıldızlarla dolu gökyüzü, sımsıcak güneş.... Ve sen dışarıda bunca harika şey varken burada karanlıkta kalmışsın...” dersen. Doğmamış çocuk bu harikalardan habersiz olduğu için hiçbirine inanmaz. Aynı bizim ölüm için düşündüklerimiz gibi.. Hepimiz bu yüzden korkuyoruz.
- Ama ölümde ışık olmaz. Çünkü o herşeyin sonu.
- Ölüm neden hiç başı olmayan bir şeyin sonu olsun. Hasan evladım benim düğün gecemde mutsuz olma.
- Senin düğün gecen mi?
- Evet. Sonsuzlukla düğünüm.

Bab' Aziz filminden alıntı...




Türk olmak

Türk olmak
by Cem Kefeli
28. Mart 2009 16:35



TüRK OLMAK
                               by HAWK444



Aslında çok şeydir,Türk olmak.

Türk olmak; Osmanlı'nın borcunu ödemektir.Hovarda babanın borçla yaşayan evladı gibi.

Kosova'da ve Bosna'da,Batı Trakya'da ve Makedonya'da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.

Türk olmak; Kıbrıs'ta,Hocalı'da, Anadolu'da ve Balkanlar'da soykırımına uğrayıp, karşılığında yapmadığın soykırımıyla suçlanmaktır.

Türk olmak; faşist olmaktır, vatanına, milletine, bayrağına, tarihine sahip çıktığında.

Demokrat ve çağdaş olmaktır,vatanına, milletine, bayrağına, tarihine sövüldüğünde.

Türk olmak; lisanının Avrupa'da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini ve derdini anlatamamaktır.

Avrupa'da hor görülmek Türk olmaktır.

Ataların birçok asır önce Viyana'yı kuşattığı için ve hoş görülmemektir tabi ki, sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana'yı yakmadığın için.


Türk olmak; Selanik'te Pontus Anıtı'nın, Viyana'da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta'da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.

Türk olmak zordur,çetindir ve eziyetlidir.Üç kıtadan dönüp,bir küçücük yarımadada misafir muamelesi görmektir.

Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır,aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.

Türk olmak; arabaya koşulan ilk atın vatanında, ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu,paranın icad edildiği her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta,kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.

Türk olmak;Truva'dan bu yana, Sümer'den bu yana serpilerek gelse de,tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen,bir haftalık hafıza ile yaşayabilmektir.

Doğu Roma'yı da Batı Roma'yı da yıkıp, yeni Roma olan Avrupa Birliği'ne girmeye çalışmaktır Türk olmak.

Türk olmak,Mostar'da köprüdür.Kerkük'te kaledir.İstanbul'da Kızkulesi'dir. Anadolu'da buğdaydır.Çukurova'da pamuktur.Güneydoğu'da tütün,Ege'de üzüm, Karadeniz'de fındık,Trakya'da ayçiçeği.

Türk olmak;Çanakkale'de ölmektir.Çanakkale'de ölmeden önce düşmana su vermektir. Onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşıyabilmektir.

Düşmanın ardından rahmet okumak,kanlısından helallik almaktır.


Sabahları odana rahmet dolsun diye,camı açmaktır Türk olmak.

Kar yağdığında kayak yapmayı değil,evsizleri düşünmektir.

Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı,yazın su koymaktır Türk olmak.

Yağmura rahmet,kara bereket diye bakmaktır.

Türk olmak;harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekeliğini reddedip,tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen,yedi düvele meydan okuyabilmektir.

Türk olmak;askere davul-zurna ile uğurlanmaktır,belki de dönmeyeceğini bilerek.

Türk olmak; annenin şehit oğlunun ardından "bir oğlum daha olsun,onu da vatan için göndereceğim" demesidir,diyebilmesidir.Babanın gözyaşını tutarak,tabutuna son kez dokunurken "Vatan sağ olsun.!!"demesidir,diyebilmesidir.

Türk olmak;"Türk çayında radyasyon olmaz."yalanları ile,"Gusül abdesti alana AIDS bulaşmaz"dolanları ile yaşamaktır.

Her hükümetin enkaz devraldığı,ama asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.


Türk olmak;ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı,çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir.

Aynı nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır.

Göz hakkına,diş kirasına saygıdır Türk olmak.

Türk olmak;evindeki bir kap aşın yarısını tanrı misafirine vermektir.

Kendi yerde,misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.

Türk olmak;milli maçta ağlamaktır.Ayhan Işık'a,Belgin Doruk'a aşık olmaktır.

Türk olmak;aşkını ölesiye sevmektir.Aşkı için ölmektir,öldürmektir.Sevdiceğinin elini bir kere bile tutamadan,toprağa girmektir.

En güzel aşk şiirlerini yüreğinde,yüreğinin derinlerinde hissedebilmektir.Eşkıyaya türkü yakmaktır,Türk olmak.

Milletine sövmektir,ama başkasına sövdürmemektir,Türk olmak.


Türk olmak;Yunus'u bilmektir.Aşık Veysel'i sevmektir.Mevlana'yı,Hacı Bektaş-ı Veli'yi ve Hoca Yesevî'yi-tek bir satırını bile okumasa da-yüreğinde taşımaktır.

Türk olmak;saz çaldığında,ney üflendiğinde,kös dövüldüğünde,kaval çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir,bir de Yemen Türküsü'nde...

Sana verdiklerine "nasip",vermediklerine "kısmet" demektir.Her işin hayırlısına inanmaktır ve ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir Türk olmak.

Türk olmak;Asya'da batılı,Avrupa'da doğulu diye tepki görmektir.Irk sözünü bilmeden yaşamak,yaradılanı Yaradan'dan ötürü sevebilmektir, sevmektir.

Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da,silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir Türk olmak.

Türk olmak; mahalle maçı için aynı saatte,on kişi bile buluşamazken buluşamazken, milyon kişinin bir araya gelmesidir.

Tavla oynarken bile kavga ederken,milyon kişinin kavga etmeden gösteri yapabilmesidir Türk olmak.

Türk olmak;buhran zamanında Arjantin'de de mağazalar yağmalanırken,daha ağır buhranda sıraya girerek sorumlusuna en ağır cezayı tek bir cam kırmadan sandıkta kesmektir.

Türk olmak;en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak,en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.


Zor iştir Türk olmak.

Türk olmak;Anadolu'da her düşen yağmur damlasına hamdetmek,her çıkan başak için şükretmektir.

Türk olmak;medeniyetler mozağiği Anadolu'da dik durabilmek ve büyük önder Atatürk'ün kurduğu cumhuriyeti ilelebet payidar kılıp, Ne Mutlu Türk'üm diyebilmektir...




Kıvanç Galip Över

One Minutes/Davos


Levent Kırca'dan - One Minutes :)
by Cem Kefeli
3. Haziran 2009 03:34




20 Haziran 2009 Cumartesi

Gel artık....

GEL ARKADAŞIM ARTIK SENİ ÖZLEDİK



Yağmur yağıyor.Bilirsin ben yağmuru çok severim.Seni sevdiğim gibi çok.Ama yağmur,içinde sen olunca oluyor.Sen hayallerimi,duygularımı,dünyamı oluşturunca bu yağmurun,şu iki gözümün bir anlamı kalıyor.Yoksa dünya dönüyormuş,ben görüyormuşum banane...Sen olmayınca,seni hissetmeyince hücrelerimde kalmıyor bir anlamı yaşamanın.Yaşamak bile senle güzel çünkü,benim dünyam da.

Şimdi yağmur yağıyor.Nasıl derler bardaktan boşalırcasına yapıyor.Biri sanki tüm pişmanlıkları,tüm keşkeleri,özlemleri ve hissettiği bu yoğun sevgisi yüzünden hıçkıra hıçkıra ağlıyor.Birileri ağlarken sen geliyorsun aklıma.Bu yağmur damlaları senin sanki.Sen benden uzakta bir köşeye sığınıp ağlıyorsun gibi.Ağlama,ağlamak yakışmaz sana.Gözlerin acır,daha ötesi yüreğindeki bütünlük bozulur, paramparça olursun.Ağlama iki gözüm.Zamanı çok geçirdik belki vaktinden ama sen gene de ağlama.Çünkü ben sana kıyamam.Bu yürek,o yeşilliklerin buğulandığını,hüzünlendiğini görürse dayanamaz.Kırılır,dağılır,bin parçaya bölünür.Belki dayanamaz,ölür.Çünkü bu yürek seni çok sevdi.Senin bildiğinden,gördüğünden çok ama çok daha fazla.

Yağmur yağıyor ama sert,hırçın duygularla.Şimşekler çaktırıyor içinde.Sesleri yükseliyor.Ben korkuyorum.Şimşekten,can çekişirmişcesine bağıran şu gökyüzünden çok korkuyorum.Ama yalnızım.Korktuğum,ağladığım,yaşantımın tam ortasında duran seni benden aldıkları,seni gittiğin için.Ve işte tam bu sıralarda bir şimşek düşüyor önüme.Ben korkuyorum.Çünkü sen,her anımda beni varolmaya yeminler edip arkasından yanımda olacağın sözlerinden sonra,olmadığını bu seslerle başbaşa yapayalnız kaldığımı görmek,yokluğuna hiç dayanamayacak bir durumdayken alışmaya çalışmak,olması gerektiğinden çok daha fazla korkutuyor beni.
Bu korkularda yanımdasın sanmıştım.
Ama gerçek buymuş,ben bir mayın tarlasında tek başındaymışım.

Yağmur duruyor.Ama ben sen gittikten,sen bittikten sonra hiç durmadım.Hep koştum,varabileceğim gidebileceğim en uzak yere.Ne yollar görmüş olsam da,ben hala yakınım sana.Dokunsam değecekmişim gibi.Dokunsan değecekmişsin gibi.Ama dokunma,yapma!

Beni o yağmurlarda ağladım için de suçlama.Sen öğrettin bana ağlamayı ve sonrasında kendi gözyaşlarını kendin silebilmeyi.Kimin için,ne için ağlamış olsan da.Bu yüzden hakkın yok beni suçlamaya.Ben sana ağlatmayı öğretmediğim için çıkabiliyor ağzımdan bu kelime.

Ağlama!

Sana öğrettiğim tek şey,sevmekti.Doyasıya,hiç bitiremediğim, hep devam etmesini istediğim bir sevginin sende olmasını,onu kollayabilmeni öğrettim sana.Şimdi baktığımda geriye sen sevmeyi öğrenmişsinde koruyamamışsın be gözüm.Başaramamışsın.Canın sağ olsun.

Yağmur artık terk etti beni,bu şehri.Bizden çok uzağa bambaşka düşlere gitti.Bana bıraktığı tek şey, her gün daha da artan,daha da yükselen seslerdi kulağımdaki.Ve sanırım artık canımı yakan tek şey onlardı.

Anladınmı benim herşeyim.

Anladınmı uğruna öleceğime söz verdiğim.

Anladınmı nasıl seviyorum seni?

Anlamadın anlamayacaksın.

Bir gün göreceğim tekrar bu yağmurları.Bir şimşek düşecek belki tekrarsan önüme.Onlardan,her şeyden önce gitmiş de,bırakmış da olsan bir hayatı geri de son kez bilmeni isterim.Son kez bunu benim ağzımdan duyman isterim.Kulaklarını,gözlerini iyi aç bir daha benden duyamayacaksın çünkü.Zaman ilerlese de eylüllere doğru ben her gelecek,her geçmiş ve şimdi yaşadığım eylül de bağıracağım gökyüzüne:


Ne yazsam ne söylesem yinede anlatamaz bendeki değerini!...

Ne yapsam sevgimi göstermeye az gelir..

Seninle yaşamak icin ihtiyacım olan nefesim,seni sevmek icin ihtiyacım olan kalbim,hayatın tüm güzelliklerini "Seninle" görebilmek icin ihtiyacım olan gözlerim..

Kısacası herbir şeyimsin!

Ötesi yok bunun mucizem!
İyiki Varsın!...
''belki'' dünyasında...
''keşke''kokan havayı solurken...
''iyi ki'' dediğim tek nefesimsin...
*


(a)


Ne Güzel Cahildik!

Dışarıda kar…

Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.

Kuzinenin üzerinde demir maşa… Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.

Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu…


Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli. Ekmek her zaman ekmek gibi…

Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restaurant katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım?


Dışarıda kar…

İçeride kanaat…

İçeride huzur.

O beyaz örtünün gelişi sürpriz olurdu. Şimdiki gibi üç günlük hava tahmini, kar yağışı için dakikalı randevu falan yoktu. (Meteoroloji tutturamadığı zaman o kadar seviniyorum ki…)

Krize de girmezdik.

İran’ı hiç takmazdık.

Yakacak bir şeyler olurdu her zaman.

Ve kuzine hem ısıtır hem de pişirirdi…

Bize kalan kışın ve karın tadını çıkarmaktı…

Mumumuz, gaz lambamız vardı.


Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı. Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç.

Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.

Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu. Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar…

Bir çoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası…


Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?

Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.

Çay da kokardı…

Domates de…

Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.


Dışarıda kar…

İçeride huzur…

Türban krizi, doğalgazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi…

Kimin umurunda…

Ne güzel cahildik.

Mutluluğun resmini çiziyorduk.


Murat Başaran

Asıl tehlike kuş gribi değil puşt gribi


Asıl tehlike kuş gribi değil puşt gribi


Tüm dünyayı önce kuş, sonra domuz gribi korkusu sardı. Kuş gribi ile yatıyor, kabuslarımızda keneler tarafından ısırıldığımızı görüyor, domuz gribi ile uyanıyoruz.
Tüm bu korkuların ve biyolojik saldırı mıdır, değil midir tartışmalarının arasında ise, insanın yaradılışı kadar eski ve o derecede yaygın bir hastalığı es geçiyoruz: Puşt gribi.
Puşt gribi(Bir rivayete göre latince adı homo homini lupus), çok uzun kuluçka dönemi olan bir hastalık.
Her insan bu hastalık mikrobunu doğuştan taşıyor ve hastalık yıllarca kendini belli etmeden kalabiliyor.
Hastalığın kendini belli etmesinde pek çok etmenin rol oynadığı öne sürülse de, tüm uzmanlar İktidar, makam, şöhret ve paranın hastalığın kuluçka evresinden çıkmasında en önemli faktörler olduğunda hemfikir.
Hastalığın her meslek grubundan, her toplum katmanından insanda görülebildiği yadsınamaz bir gerçek iken, politikacılar, devlet görevlileri, medya mensupları ve emrinde çalışanı olan tüm meslek mensupları en fazla risk altında çalışanlar olarak anılıyor.
Hastalık sağcı/solcu, ilerici/gerici, mümin/ateist, türk/fransız ayırt etmiyor.
İlkokul mezunu "solcu" bir "işçi", milletvekili seçildikten sonra puşt gribi aktive oluyor, her dönem yayımlanan meclis kataloğunda meslek hanesine "sendikacı" yazdırıyor.
Bir kaç yıl evveline kadar kıçında donu olmayan "mütedeyyin politikacı", birdenbire edindiği aşırı malvarlığından dem vurulduğunda puşt gribi kapmışım diyeceği yerde, "müslümanlar zenginleşmelidir" diyebiliyor.
Yıllardır birbirleri ile rekabet ediyormuş gibi görünen, ama aslında rekabet ediyor göründükleri televizyon reklamlarında "Sabit telefon bizden sorulur, cep telefonu rakibimize emanet", "Cep telefonu bizden sorulur ama sabit telefonda Allah için rakibimiz çok iyidir" diye birbirlerini büyüten... İş gerçek rekabete geldiğinde de, halka tüm vergiler dahil şu kadar diyerek müşteri çektikten sonra bunun 8-10 ytl üzerinde fatura gönderen birbirinden beter "bilişim(telekom lafı ayağa düştü ya!!)" şirket yöneticilerimiz...
Hadi bir de çok yakın çevremizden bir örnek de biz verelim. Yılların imamı, geliyor bir akraba ziyaretinde "politikaya atılacağım, belediye başkanlığına adaylığımı koyacağım" diyor. Bunu yakından tanıyan, saflığını bilen yaşlı akrabaları "Evladım bu politika para işidir, sen imam maaşınla neyine yetirebileceksin?" deyince; uyanık mütedeyyin partili dostlarından kaptığı puşt gribinin etkisi ile, "Bir müteahhit sponsor bulacam kendime, seçilince ona birkaç ihale vericem, bu işler böyle dönüyor" deyiveriyor. Akrabaları da dövmekten beter ediyorlar.
Sonuç? Sonuç ne olacak. Bu hastalığın ne çabuk yayıldığını bilen yılların kurt politikacısı başbakan çıkıyor, "Biz şımardık, halk bizi cezalandırdı" mealinde açıklama yapıyor. Ne yapsın adamcağız, açık açık "Partililerim puşt gribi oldu, şakşakçılar her yeri sardı" mı desin. Bu millet "delikanlılığı" sever. Zaten o partiyi hala iktidarda tutan olgunun da şahsında somutlaşan bu "delikanlılık" olduğunun fazlası ile bilincinde. Puşt gribi kapanlara karşı "Arınç" ilacı kullanmaya çalışması da bunun göstergesi. Lakin "şakşakçılar" sardı, çok geç oldu gibi geliyor bize.
Hastalık, özellikle devlet memurlarında çok daha karmaşık olgularla karşımıza çıkıyor.
Amirlerinin önünde son derece kişiliksiz, sünepe bir adam bakıyorsunuz, maaşını vergisi ile ödeyen, hizmet etmekle yükümlü olduğu vatandaşa etmediğini bırakmıyor, bir de "nerede olduğuna dikkat et" diyebiliyor. Bir de bunların üniformalı olanları var ki ... Valla karılarından başka kimseden korkmazlar. Hiç girmeyelim o konulara, hassas iş!
Dedik ya! Bu hastalık özellikle "kamusal alanda" çok komplikasyon yaratabiliyor. Mesela "kamusal hizmet" almaya giden bir bayanın, "Hanım hanım! Burası kamusal alan! Donunu çıkar öyle otur! Kanun var nizam var!" cevabı aldığını düşünebiliyor musunuz?
Siz inanmayın, kamusal alan sahipsiz sanın bakalım. İster don çıkarttırırlar adama, ister sütyen. Kurumların kuralları olur arkadaş!
Bir de "şahs-ı maneviciler" var: "Biz şahs-ı maneviyi de, onları oluşturanları da seviyoruz, ama hastalık tehlikesi var. İyi amaç için herşey mübah değildir. Bu hastalığın şakaya gelir tarafı yok! Yapmayın etmeyin!" dedikçe, "Şahs-ı manevi hata yapmaz. Şura, meşveret" diyorlar.
Şahs-ı maneviler hata yapmasa, en önce 4 halife devri bitmezdi. Ashab-ı Kiram`dan daha büyük şahs-ı manevi var da, biz mi bilmiyoruz?
Kiminle neyin meşveretini yaptıklarını ise kendilerinden başka kimse bilmiyor. Birey dediğin nedir ki zaten! Çok samimi bir şekilde merak ediyoruz, bu şahs-ı maneviciler, örneğin Üstad Bediüzzaman"ın ilk zamanlarında yaşasa idi, O`nu "Bir bireydir, nedir ki, kimdir ki, cemaatlere cemiyetlere karşı tek bir kişinin etkisi ne olabilir ki! Yalnızdır! Ciddiye alınmayaa" derler miydi, demezler miydi?
Bir üstadı düşünüyoruz, ataklığını, cesaretini, sözünü esirgemezliğini, civanmertliğini ...
Bir de "talebesi olduğunu iddia edenlere" bakıyoruz. O`na benzemeliler değil mi? Allah gecinden versin, o başlarındaki mübarek bir giderse, bu kafa ile ... (Allah`ım, bizi utandır, hep doğru olsunlar, yanıldık diyelim, özür dileyelim, kardeşlerimiz büyüklük göstersin. Samimi duamızdır.)
Bir gazetede, bir başyazar, belki yaşlılığın verdiği de bir etki ile eleştirinin dozunu fazla kaçıran başka bir başyazara : "Biz de senin evinin pis olduğunu mu yazalım" dedi. Biz o gazetenin okuru olarak utandık!
Bu şahs-ı maneviciler iki kısım.
İlk anlattığımız, "kardeşlerimiz olan şahs-ı maneviciler" idi.
Bir de, "Hastalık merkezi" olan şahs-ı maneviciler var.
Kişisel gözlemimiz, "Kardeşlerimiz olan şahs-ı manevicilerin", "puşt gribinin asıl merkezi" olan diğer şahs-ı maneviciler ile bir "aşk-nefret" ilişkisi içinde olduğudur.
Dizilerde kitaplarda şurda burda devamlı olarak "Diğer şahs-ı maneviciler şöyle şer odağı böyle hastalık merkezidir" diyorlar, sonra bakıyoruz, yöntem olarak onlar ne kullanıyorsa, aynını taklit ediyorlar. Bu kesinlikle kötüdür demiyoruz, belki böyle yapılması gerekiyordur, ama "zıdlarına dönüşmeleri" olasılığı bizi endişelendirmiyor değil.
Bizimkilerin bir tür aşk beslediği diğer şahs-ı manevicilere gelince : Onlar kötüüüüüüüüüü! Cısssssss! Ciddiyiz! Gerçekten kötü! Hastalığın mikrobunun sanki yaşatılması için uğraşıyorlar. Onlardan çok bahsetmek bile iyi değil!
Başka örneklere geçelim. Devlet, bu gribin yayılması için acaip verimli bir ortam.
Mesela, bir kaç yıl evvel, adamın biri çıktı, "Türk ordusu peygamber ocağı diyorlar. Peygamber ocağı falan değildir" deyiverdiydi. Biz de çok merak ettiydik, "Acaba muvazzafken mi kaptı hastalığı?" deyu. Allah vere, Genelkurmay Başkanımız resmi olarak "Türk Ordusu Peygamber Ocağıdır. Türk askeri Mehmetçiktir." deyiverdi de, şüphelerimiz izale oldu.
Bir dizi seyrettik dün akşam TRT`de. Kurtlar Vadisi konseptinde, "Ayrılık" diye bir dizi.
Senaryoya alakasız bir şekilde -Eskiden Beyoğlu`nda bazı sinemalarda, film normal seyrinde iken, birdenbire araya porno filmden birkaç dakikalık bir parça konur, sonra film aynen kaldığı yerden devam ederdi, o hesap- bir sahne sokuşturulmuş, dikkatimizi çekti:
Patronu bir kızı durup dururken aşağılıyor, sonra da "Gurursuzsun sen! Buna hiç tahammül edemem" diyor. Allaaah Allaaah. Gel de çık işin içinden. Ne bu? Eski Türk filmlerine ağıt mı?
Hayır, bunun derdi daha farklı sanki. Senarist bir kaşıntısını anlatıyor gibi: "Evet tuzun kuru tabiii.... Sen zenginsin. Ben fakirlikten nelere katlanıyorum vs.vs.vs.!"... Ve istifa ediyor. İş daha da değişiyor. Bu bize eski Türk filmi nostaljisinden çok, Elia Kazan`ın "rıhtımlar üzerinde" filmini hatırlattı.
Türk halkına verilmek istenen mesaj nedir? "Fakirlik(yoksa başka birşey de imge olarak fakirlik mi seçilmiş?) dolayısı ile sünepelik, gurursuzluk" mübahtır. Varsın istediklerini söylesinler. Halden anlamayan sapık onlar" mıdır? Her sünepeliğin, gurursuzluğun sebebi fakirlik midir? Bu eleştiriyi yöneltenler başkalarını aşağılamaktan hoşlanan ruh hastaları mıdır?
Bu millet en fakir zamanında onurundan, duruşundan taviz vermedi. Şimdi saçma sapan bilinçaltı mesajları ile bunu mu değiştireceksiniz aklınız sıra? Amaç için herşey mübahtır diyen bir zihniyet mi isteniyor?
Devletin televizyon kanalı eliyle millete puşt gribi pompalamanın alemi yok!
Evet bu satırların yazarı dahil, herkesin bünyesinde doğuştan var olan bir mikroptur bu ama ... Hastalığı tüm topluma yayılacak biçimde zorla açığa çıkartmak kimsenin hakkı da haddi de değil!

İsmail Kizir

Türkçeyi korumak


Türkçeyi korumak için lisenin 260 öğrencisinin tamamı en az bir şiiri ezbere biliyor.

ORDU(CİHAN)-

Karadeniz`in kırsal bir bölgesi olan Ordu`nun Kabataş ilçesi Alankent Çok Programlı Lisesi`nde öğrencilerin tamamı şiir ezberliyor. Alankent Çok Programlı Lisesi`nin 260 öğrencisinin tamamı Türkçeyi korumak ve hizmet etmek için en az bir şiiri ezbere biliyor.
Öğrenciler uygulamadan çok memnun. Ezberinin zayıf olduğunu belirten Gülnazik Aksu, ezberinin kolaylaştığını ifade ederken, Zeynep Andiç ise şiir okumanın insanı rahatlattığını aktardı. Uygulamadan sonra şiir yazmaya başladığını anlatan Aytekin Çelik ise herkesin Türkçeye sahip çıkması isteyerek, `O kaybolursa biz de kayboluruz endişesi taşıyorum.` dedi.
Deniz kenarına 1,5 saat mesafede olan beldede Alankent Çok Programlı Lisesi`nin 260 öğrencisinin tamamı hem Türkçe`yi korumak hem de kendi türkçelerini geliştirmek için şiir ezberliyor. Okulun öğrencileri sık sık `biliyoruz ama ifade edemiyoruz` diye öğretmenlerine dert yanınca öğretmenler, bir dizi teklif içinde öğrencilere şiir ezberletilmesine karar vermiş. Lise öğrencilerinin tamamı en az bir şiiri ezbere biliyor.
Okulun sınıflarının kapısında da Türkçeyi doğru kullanmak ile ilgili yine öğrenciler tarafından hazırlanan panolar var. Bir sınıfın kapısında `Türkçe eriyor` yazarken bir diğer sınıfta `Türkçenin bir eksiği yok` ya da doğru yanlış kelimeler cetveli gibi panolar dikkat çekiyor.
Alankent Çok Programlı Lisesi`nde öğrencilerin sadece şiir ezberlemeleri yeterli görülmemiş. Onların topluluk karşısında kendilerini ifade edebilmeleri için de bir uygulama düşünülmüş. Buna göre, her sabah törenden önce kura çekiliyor ve numarası çıkan öğrenci diğer öğrencilerin huzurunda şiirini okuyor. Öğrenciler kendi aralarında ilginç oyunlar da geliştirmiş. Alankent Çok Programlı Lisesi`nin öğrencileri okulun bahçesinde şiir okuyarak onların ne anlama geldiğini tartışıyor. Kimilerinin ilk kıtası ile başladığı şiiri diğerleri devam ettiriyor. Bu durum öğrencilerin kendi aralarındaki oyunlara konu olmuş. Onlar, kimi zaman dersleri biraz gerileyen arkadaşlarına Aşık Veysel`in Nasihat adlı şiirinden `Adım at ileri, geriye bakma!/Bir sağlam iş tut, elden bırakma!` mısraları ile, kimi zaman biraz haylazlık yapan arkadaşlarına Cahit Sıtkı Tarancı`nın `Gençlik Böyledir İşte` şiirinden `Ne yaptın tarlanı, nerede hasadın?/Elin boş mu gireceksin geceye ?... Ah o kadrini bilmediğim günler,/Koklamadan attığım gül demeti,/Suyunu sebil ettiğim o çeşme,/Eserken yelken açmadığım rüzgâr` mısraları ile, kimi zaman da halini soran arkadaşlarına Yahya Kemal`in `Duyuş ve Düşünüş` adlı şiirinden `Zihnim düşünceden dağınık gözlerim dolu` mısrası ile cevap veriyor.
Öğrenciler de uygulamadan çok memnun. Ezberinin zayıf olduğunu belirten Gülnazik Aksu, ezberinin kolaylaştığını ifade ederken, Zeynep Andiç ise şiir okumanın insanı rahatlattığını aktardı. Uygulamadan sonra şiir yazmaya başladığını anlatan Aytekin Çelik ise herkesin Türkçeye sahip çıkması isteyerek, `O kaybolursa biz de kayboluruz endişesi taşıyorum.` şeklinde konuştu.
Bu uygulamaya ilk başlarda karşı çıkan Bahar Çilez`in anlattıkları ise hepsinden farklı ve anlamlı. Okula sonradan geldiğini ve arkadaşlarının şiir ezberlediğini gördüğünü dile getiren Çilez, `Ben buna çok tepki gösterdim. Çünkü bunun ezberci eğitime girdiğini düşünüyordum. İlk şiir dağıtıldığında hiç tanımadığım bir şiirdi ama okuldaki herkes o şiiri ve şairi biliyordu. Onların arasında kendimi dışlanmış gibi hissetim. Benim değil, onların sorunlu olduğunu düşünüyordum. Ama gittim internetten araştırdım, o zaman anladım ki arkadaşlarım haklı. O şairi tanımamak benim ayıbımmış. Bunu gördüğümde Türk olmanın gereğini yerine getirememenin eksikliğini yaşadım. Şimdi en büyük hayalim kendi şiir kitabımı çıkarmak. Dilerim bir gün benim şiirlerim de okullarda okutulabilir.` diye konuştu.
Belki de Türkiye`de öğrencilerinin tamamının şiir bildiği tek okulun Alankent Çok Programlı Lisesi olduğuna dikkat çeken Okul Müdürü İsa Çetin, şunları ifade etti: `Esasında Türkçeyi sevdirmeyi, düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilmeyi, hayal güçlerini geliştirmeyi amaçladık. İnsan kelimelerle düşünür, hafızada ne kadar kelime varsa o kadar düşünce geniş olur gerçeğinden hareket ettik. Uygulama sonucunda aldığımız geri dönüşüm, gözlemlerimiz, öğrencilerimizin `biliyoruz ama anlatamıyoruz` şeklindeki şikayetlerinin azalması eğitimci olarak bizi memnun ediyor.` (CİHAN)


Şiire Hasret

Şiir, son yıllarda bir hayli gündemde. Gerek radyo ve televizyonlarda ve gerekse hemen her hafta sonu özellikle İstanbul`un çeşitli semtlerinde tertib edilen şiir günleri sebebiyle bir manada varlığını devam ettirmektedir. Şiire ilgi ve sevgisinin yoğunluğu elbette memnuniyet vericidir. Ancak şiir namına yazılan ve okunanların ne kadarı şiirdir. Pek çok kimse şiir yazdığını, şair olduğunu gayet rahat dile getirerek meydanlara çıkabiliyor. Yazdıklarını gayet rahat okuyup, dinletebiliyor. Yazık ki ortaya gerçek manada şiir namına bir şeyler çıkmıyor. Birileri anlaşılmamak sıraladıkları sözlerle, birileri ise gayet net anlaşılmalarına rağmen şiiriyetten yoksun, alt alta sıraladıkları uzunlu kısalı mısralarla büyük büyük laflar ederek şiir yazdıklarını sanıyorlar. Ölçüden, ahenkten, aynı şiir içinde dilbirliğinden, zevk ve estetikten yoksun, şiir bilgisinden bihaberler. Onsekiz yirmi yaşlarındaki gençler söz konusu olsa bunları hoş görmek mümkün elbette. Fakat üçüncü beşinci kitabı doldurmuş belli bir birikimi olması icabedenler olunca doğrusu yadırgamamak imkansız. Biraz bu konuların kenarında köşesinde bulunan biri olarak hafızamı yokluyorum, son yirmi otuz seneye bakıyorum, şiirleriyle varlık gösterebilmiş, beş-on kişi sayabiliyorum. Oysa bu zaman zarfında yüzlerce dergide binlerce şiir neşredilmiş, yüzlercesinin şiirleri kitaplaşmış olmasına rağmen üzerinden birkaç yıl geçmeden unutulup gitmişlerdir. Esasen şiirle uğraşanların bunun sebeplerini düşünmeleri araştırmaları icabeder. Neden bu kadar çok şiirden, şairden birileri veya bazıları öne çıkıp arada bir de olsa hatırlanır özellikler taşımıyor? Şiir kitapları satmıyorsa, okuyucu bulamıyorsa sebebi nedir? Bazı dost sohbetlerinde pek ala şiirler okunuyor, şairler tartışılıyor, şiirlerinin özelliklerine mısra yapılarındaki güzelliklerle, sanat incelikleri konuşuluyor. Söz konusu sohbetlerde şiirleriyle gündeme gelenler, Necip Fazıl, Faruk Nafiz, Yahya Kemal, Nedim, Baki, Fuzuli, Yunus ve benzerleridir. Gazete, dergi, televizyona ve radyolarımızda adını saydığımız bu gerçek şairlerin isimleri seneden seneye bir iki defa ancak zikredilir olmasına rağmen, bıraktıkları eserler sebebiyle varlıklarını devam ettirirler. Bir tarafta günümüz şairleri kitaplarının satılmadığından, şiirlerinin okunmadığından şikayet ederlerken, diğer taraftan isimlerini saydığımız şairlerimizin eserleri hafızalarda tazeliğini koruyor eserleri takip ediliyor, okunuyor. Sanatın mana ve mahiyeti hakkında sıhhatli malumat olmadıkça, aşkı ve zevki bilinmedikçe, heveskar olmaktan ileri geçilemez. Belki günümüz şairleri eski şiirimizi dil yapısı itibariyle anlamakta sıkıntı çekerler, ama Bir Necip Fazıl`ı veya Faruk Nafiz`i, Ziya Osman Saba`yı, Ahmet Hamdi Tanpınar`ı, anlamadıklarını söylemeleri her halde mümkün değildir. Zaman zaman bu şairlerimizin şiirlerini biraz okusalar herhalde şiirin hem zevkine varacak hem de tekniği itibariyle şiirin nasıl olması lazım geldiğine dair bilgi sahibi olacaklardır. Necip Fazıl`ın Bu Yağmur şiirinde olduğu gibi. Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince, Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur. Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince, Aynalar yüzümü tanımaz olur. Veya Faruk Nafiz`in Alçıdan Heykel, Tanıştığım günden beri enginle Bir taşın üstünde hayale daldım. Bulacaksın koymuş gibi elinle, Ben nerde doğmuşsam o yerde kaldım. Tanpınar`ın Bursa`da Zaman`dan Bursa`da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve minarelerinin ilahisi... Sesi, musıkisi, ahengi, dili ve konusu itibariyle okuyucunun dimağında bir lezzet bırakan, okuma arzusunu besleyen, bununla beraber muhayyilesini genişleten bütünlük içinde yazılmış şiirler bunlar. Dolayısıyla güzel örneklerdir ki, biz rastgele elimize geleni kaydettik buraya. İlgililer bileceklerdir ki bu şairlerin çok bilinen ve dillerden düşmeyen başka şiirleri var. Netice olarak günümüz şairlerinden de sık olmasa bile arada bir şiir bekliyoruz. Vizyondan ne haber! Son Samuray Yüzbaşı Nathan Algren akıntıya kapılmış bir adamdır. Bir zamanlar katıldığı savaşlar artık uzak ve anlamsız görünmektedir. Geçmişte onuru ve ülkesi için yaşamını tehlikeye atmıştır, ama, Kuzey-Güney Savaşından bu yana geçen yıllarda dünya değişmiştir. Cesaretin yerini pragmacılık ve kişisel çıkarlar almıştır ve onur kavramı hiçbir yerde bulunmamaktadır; hükümetin Kızılderililere yönelik yürüttüğü kampanyadaki hafife alınamayacak rolü onu içinden çıkılamayan bir duruma ve sonu gelmez bir arayışa sürükleyecektir. Evet Washita nehri kıyılarındaki acımasız düzlüklerde bir yerde Algren, ruhunu kaybetmiştir. Bir evren uzakta, belki Japonya kadar uzakta bir başka asker, Algren`in yaşam şeklinin parçalanmakta olduğunu hissetmektedir. Bu kişi, eski samuray disiplininden gelen ve yaşamlarını İmparator ve ülkelerine adayan savaşçıların son lideri Katsumoto`dur. Tıpkı Batı Amerika`da modern yöntemlerin eskilerinin yerlerini alıp, Kızılderilileri köşeye sıkıştırıp yok etmesi gibi, geleneksel Japonya`yı da yutmaktadır. İlerlemeyi getiren telgraf hatları ve demiryolu artık samurayların asırlardır uğrunda yaşadığı ve öldüğü değer ve kuralları tehdit etmektedir. Ama Katsumoto savaşmadan yenilgiyi kabul etmeyecektir. Büyümekte olan Japon pazarına kur yapan Amerika tarafından gözleri boyanan genç Japon İmparatoru`nun ülkenin ilk modern ordusunu eğitmek için Algren`i kiralamasıyla, bu iki savaşçının yolları kesişir. Ama daha Batılı ve ticaret dostu bir hükümet kurma uğrunda samurayları ortadan kaldırma çabasında İmparator`a danışmanlık yapan Algren, hiç ummadığı halde samuraylardan çok etkilenir. Samurayların güçlü inançları, onur, cesaret kavramını yorumlayışları ona kendi geçmişini hatırlatmıştır. Zorlu ve tanımadığı bir ülkeye, hayatı ve daha önemlisi ruhuyla birlikte saplanıp kalan bu kafası karışık Amerikan askeri kendisini iki dönem ile iki dünya arasında şiddet yüklü ve destansı bir mücadelenin içinde bulur; bu yoldaki tek rehberi ise onur duygusudur. Yüzbaşı `şinto`yu(Japon dini) öğrenecek ve kaybettiği şeyleri çok geçmeden kimonolar(Japon geleneksel kıyafeti) içindeyken bulacaktır. Sadakat, vatanperverlik, cesaret, şeref, fedakarlık ve kahramanlık üzerine son zamanlarda yapılmış en dokunaklı, en görkemli, en `esaslı` filmlerden biri, yüksek kalibre bir prodüksyon ve `Gladyatör`, `Son Mohikan`, `Cesur Yürek` gibi filmlerle birlikte anılabilecek son dönemin en başarılı sinema örneklerinden biri. Tabii destansı sahnelerin mucidi yönetmen Edvark Zwick ve Cesur Yürek filminden aşina olduğumuz görüntü yönetmeni John Toll`ün unutulmaz işleri de ayrıca takdiri hakediyor. Kayıp Balık Nemo Okyanusun tehlikeden uzak bir köşesinde ailesi için güvenli bir yaşam kuran Marlin günün birinde bir saldırıda eşini kaybedince oğlu Nemo`nun üzerine gereğinde fazla düşerek onu okyanusun tehlikelerinden korumaya çalışır. Marlin`in bu çabası Nemo`nun kendisini yetersiz hissetmesine yol açar ve Nemo`nun bir gün kendini ispat etmek için yaptığı kaçamak, balık avcılarının filesinde son bulur. Marlin, balıkçıların yakaladığı oğlunu bulmak için okyanusun yüzgeç değmemiş yerlerini kulaçlarken Nemo çoktan bir dişçi ofisinin akvaryumundaki yerini almıştır. Disney ve Pixardan baba-oğul ilişkisi üzerine sıcacık, sevimli, eğlenceli bir film. Şimdiden `Aslan Kral`ın rekorunu kurşun hızıyla geçen film animasyon dünyasının katettiği baş döndürücü mesafeyi göstermesi açısından da oldukça ilginç. Bu yılın iddialı yapımlarından `Kayıp Balık Nemo` görülmeyi hakediyor. Neredesin Firuze Filmi biz de diğer basın mensubu arkadaşlarla eş zamanlı olarak gördük. Fakat gördüklerimiz içinde sizlere sunmaya değecek bir şey olduğunu düşünmediğimizden herhangi bir şey yazma lüzumu duymuyoruz.

Vakit http://www.vakit.com.tr

Ben senden önce ölmek isterim/Nazım Hikmet

Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.

18 Şubat 1945
  Nâzım Hikmet

Kadınları anlamak imkansız


Öperseniz beyefendi degilsinizdir,
Öpmezseniz adam degilsiniz.
Iltifat edersiniz yalan der
Etmezseniz birakır gider.
Her istegine evet derseniz karaktersiz olursunuz
Karşı çıkarsanız anlayışsız.
Çok yanına giderseniz sıkıldım der
Az giderseniz küser.
İyi giyinirseniz çapkınsın der
Dikkat etmezseniz zevksizlikle suçlar.
Kıskanırsınız huyun kötü der
Kıskanmazsınız sevmiyorsun der.
Siz bir dakika geç kalın kıyamet kopar
Kendisi bir saat gecikirse bunda ne var.
Arkadaşınızla buluşursunuz adı ihmal olur
O buluşur
"Bizim kızlar" olur.
Siz başka kadına bakacak olsanız gözleriniz oyulur
Başka bir adam ona baktığında adı hayranlık konur.
Konuştuğunuz anda dinlemenizi ister
Dinlediğiniz anda
"Neden konuş muyorsun?" der
Kısacası...
Sade ama çok karışık.
Zayıf gibi ama çok güçlü.
Akıl karıştıran ama hayranlık uyandıran.
İnsanı çıldırtan ama mükemmel!
Bu arada tercümelerin de kadın gibi oldugunu belirtmek isterim...
Çok güzelse nadiren sadıktır.
Çok sadıksa da nadiren güzel.

Beni bende değil kendinde ara! ..



İşte böyle bir sevda benimkisi
Bu zamanda, bu devirde
Haklısın adam olacağım yok benim
En güzeli artık son vermek bu hayata
En korkunç uçurumlardan bırakmak kendimi
Ya da en yüksek tepelerden
En uçsuz bucaksız denizlere bırakmak bedenimi
Ama içimde sen varsın
Ya sana bir şey olursa?

Şimdi bir kır kahvesinde olsaydık seninle
Yine aynı masada yine aynı köşede
Yeniden düşler kursaydık seninle
Dağlar gibi sıra sıra
Ve yeniden yaratsaydık kendi dünyamızı
Ve de birlikte söyleseydik ikimizde kendi şarkılarımızı
Meydan okuyup ayrılıklara
Hem de teslim olmadan
Yıllara, yollara, yalanlara..

Şimdi bir düşün
Kim itti bizi bu kör olası ayrılığa?
Kim itti bizi bu pişmanlıklar denizine?
Kim yaktı bizi kim?
Hem de sırtımızdan vura vura
Görüyorsun değil mi görüyorsun
Bir ikimiz sığamadık bu koca dünyaya..

Yorgun bir hasretle dönersen bir gün
Beni burda değil kalbinde ara! ..
Ne kadar yıkılmış olsan da o gün
Beni bende değil kendinde ara! ..


(a)

Aşkta yarın yoktur sevgili..


http://kursunsabriomer.blogspot.com
Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili O ilkel bir acıdır,yaban bir ağrıdır.Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur.Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar.Bu yolculukta artık para,tarifeler, beklentiler,randevular,taksitler,iş,anneler ve korkular yoktur.Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili.İnsan bir başka ışığa teslim olur...

Aşkta yarın yoktur sevgili.Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar,bilgeleşir.Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur.Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur.Hem dışındadır dünyanın,hem de ortasında.Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır,yitirdikleri de...Newyork'ta,bir sokakta,o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da.Her şey onunladır,ona emanettir sanki ama o,çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...

Aşkın kültürlü olmakla,bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili,kanımıza karışan ilkel acı,o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...Kim demişti hatırlamıyorum,aşk varlığın değil,yokluğun acısıdır diye.Belki de bu yüzden ilk gençliğimde,o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez,dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır,insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...

Aşk çok eski bir şeydir sevgili.Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer.Sevdiğimiz insanların çocuklukları da....Oradan üvey anneler,eksik babalar,parasız yatılılar geçer.Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider,hep o ilkel acıya,o yaban ağrıya...İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini,kimselere kendini anlatamaz,evlere kapanır...Bazen denizler,kıyılar çeker insanı.İnsan bu kapılmayı anlayamaz,oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu.Bu sizi,bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara...

Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...İşte şimdi biz de sevgili,ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp,soluğu evlerde alacağız,ya da denizler,kıyılar çekecek bizi.Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak,yenilgimizi,umutsuzluğumuzu...
Birazdan sabah olacak...
Para,tarifeler,beklentiler,randevular,taksitler,iş,anneler ve korkular başlayacak...
Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili.
Birbirimizi kandırmayalım...
Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış.Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü,sırlarını, cesaretini,bilgeliğini ve o ilkel,o yaban ağrısını geri alacak.Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek,sonra geçecek...
Hadi,oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili...


(a)


Ertuğrul Özkök/ Gizli pişmanlık düşüncesi


Ertuğrul ÖZKÖK

‘Hagakure', yani ‘‘Samurayların Gizli Kitabı'' felsefi bir soruyla başlıyor:
‘‘Bir kriz anında yaşamak ve ölmek şansınız eşitse hangisini tercih edersiniz?
‘‘Hagakure''nin samuraya tavsiyesi kesin ve çok net:
‘‘Derhal ölümü seç...''
Sıradan bir insan için ne kadar uzak, ne kadar acımasız ve zor bir tercih.
Oysa Hagakure'e göre, bu çok kolay bir şey.
Bunun için ihtiyacınız olan tek şey, biraz cesaret.
* * *
Bu kitap, 17'nci Yüzyılda yazıldı.
150 yıl boyunca samurayın gizli kitabı olarak kuşaktan kuşağa taşındı.
Bu kitap 150 yıl boyunca samurayın hayat ve ölümle hesaplaşmasının muhasebe defteri olarak kaldı.
Evet muhasebe devam ediyor:
Ünlü samuray Kirano Suke Şida yazıyor:
‘‘Ölüm veya hayat hakkında hiçbir bilginiz yoksa, yaşamayı tercih edin.''
Kirano sıradışı bir samuraydı.
O yüzden bu sözleri, gençler tarafından yanlış anlaşıldı.
Korkaklık ve alçaklıkla suçlandı.
Oysa ölümünden sonra bulunan bir yazısında şöyle diyordu:
‘‘Yemek veya yememek arasında bir tercih yapamıyorsanız, en iyisi yemek yemekten vazgeçmektir. Ama ölüm ve hayat arasında bir tercih yapamıyorsanız, ölmek daha iyidir.''
Bu ahlak, bu karakter, bu hayat ve ölüm muhasebesi bize ne kadar uzak.
Çünkü bizim için ölüm, kaybetmektir.
Yaşamak ise kazanmak.
İşte bu yüzden çoğu kez tercihimiz hep yaşamaktan yana olur.
Oysa bu bir samuray için kelimenin tam anlamıyla ‘‘alçaklıktır''.
* * *
Geçen hafta sonunda Paris'te ‘‘La Hune'' kitabevinden aldığım Yamamoto'nun kitabı, işte bize böylesine uzak bir şövalyelik ahlakının gizli kitabı.
Daha doğrusu, samuray ruhunu, hiç bitmeyen bir kriz iklimine ve her an gelebilecek bir ölüm ihtimaline hazırlama el kitabı.
Kitabın temel esprisi ise bana göre Üstad Joşo'nun şu sözlerinde özetleniyor:
‘‘Şimdi zamanı, zaman şimdi...''
‘‘Şimdi zamanı'', her an gelebilecek bir bilinmeyene karşı sürekli hazırlıklı olmak anlamını taşıyor.
O şeyin gelip gelmemesi hiç önemli değil.
Önemli olan samurayın hazırlıklı oluşudur.
* * *
Bir insanın ‘‘pişmanlık güncesi'' tutabileceğini ilk defa bu kitapta okudum.
O bölümü aynen aktarıyorum:
‘‘Gençken bir pişmanlık güncesi tutuyordum. İçine her gün yaptığım hataları yazıyordum. Ama her gün bu defteri 20-30 defa açmak zorunda kaldığımı fark ettiğim an günce tutmaktan vazgeçtim. Bugün bile hálá hata yapmadığım gün yoktur. Hata yapmadan yaşamak mümkün değildir. Ama entelektüeller henüz bu gerçeği kabul etmeye hazır değildirler.''
Oysa bizim kültürümüz, ‘‘Hatasız kul olmaz'' diyerek, bu gerçeği en azından halk dilinde ibra etmiştir.
* * *
150 yıl boyunca gizli tutulan bu kitap niye yazılmış?
Sadece samuraya ölebilmeyi öğretmek, onu bu ahlak güzergáhının ilk ve son durağı olarak kabul ettirmek için mi?
Hayır.
Hatta tam aksine.
Kitabın 66'ncı sayfası, samuray felsefesinin gerçek özüne iniyor:
‘‘İnsan hayatı sadece bir an sürer. (O yüzden) en hoşumuza giden şeyleri yaparak yaşama gücüne sahip olmamız lazım.''
Öyleyse bu gizli kitabın neredeyse üçte birinin, ‘‘ölümü tercih edebilme sanatına'' ayrılmasının bir manası var mı?
Var elbette.
Hayatı iyi yaşayabilmek için her an ölümü tercih edebilecek güce ve inanca sahip olmak gerekir.
Gerektiğinde ölümü tercih etmesini bilemeyenler, kaliteli hayatı yaşama şansına da sahip olamazlar.
Benim gizli samuray ahlakından çıkardığım sonuç bu.

Pişmanlık Noktaları
Amaç:

"İyi insan" olmak.

Neden pişmanlık?

-Pişmanlık duymak bir ihtiyaçtır..

-Zaman zaman pişman olacağımızı bildiğimiz işler yapmanın, sözler söylemenin ve gereksiz yerlere girip çıkmanın kayda değer bir zararı yoktur.

-Yediğimiz haltlardan pişmanlık duymak, ruhumuzu yücelten, bizi ?iyi insan' olma yolunda emin adımlarla yürüten faydalı bir faaliyettir.

-Pişman olmuş bir insan kadar yüzüne nur inmiş, eli öpülesi bir varlık az bulunur.

-Yaptığı hiçbir şeyden pişman olmadığını söyleyenler, eşine az rastlanan türde iç bayıcı yaşam formlarıdır.

-Bu bakımdan, pişman olabilmek için şartlar zorlanmalı ve torunlara anlatılacak kalibrede hikayeler yaşanmalıdır.

Neden "Pişmanlık Noktaları"?

-Önerilen pişmanlık noktaları size, bir şehir rehberi gibi yol gösterecek ve ruhunuz için elzem olan pişmanlıklarınızı yaşamanıza yardım edecektir.

-Bu noktalarda sadece kısa bir süre duraklamak, ?kendine acıma', ?kendini haklı çıkarma', ?kendini kutsama' ve ?kendime melek diyebilir miyim acaba?' aşamalarını tamamladıktan sonra süratle uzaklaşmak gerekir.

-Dikkat edilmesi gereken şey, bir pişmanlık noktasına defalarca uğramamaktır. Tadı damağımızda kalan bazı noktalar birkaç kere ziyaret edilebilir ancak önerilen, o tadın damak hafızasında kalması ve tekrarı yoluna gidilmemesidir. Çünkü suyu çıkmış pişmanlıklar kadar insanı doğduğuna pişman eden şey az bulunur ve bunun da ruhumuza gereksiz bir azap vermesi dışında hiçbir yararı yoktur.

Önerilen "Pişmanlık Noktaları"

-Bu bağlamda önerilen ilk pişmanlık noktası, lanet edip ayrıldığınız sevgilinize geri dönme kararıdır. Bir süreliğine sizi mutlu edebilme potansiyeli bulunan bu dönüş, kararı verirken harcadığınız zamandan daha kısa bir sürede mutlak bir pişmanlığa dönüşecek ve size hayatınızın en trajikomik pişmanlığını yaşatacaktır. Bunu yaşamadan "Ben de bu alemde yaşadım len!" demenin bir manası yoktur.

-İkinci nokta, mümkünse bir Beyoğlu barıdır. Popüler olmayan izbe bir bar tercih edilmeli ve iç kıyan bir müzik eşliğinde susuz rakı içilmelidir. Çevredeki insanların klonlanmış türevleri ortaya çıkmaya başladığında mayi tüketimi kesilmeli ve tadına varılacak pişmanlık için geri sayım başlamalıdır. Bu deneyimin en ilginç yanı, sadece ruhunuzun değil bedeninizin de pişmanlık nöbetlerinden payına düşeni almasıdır. Arzu edilen sonuç, size bir sonraki seans için "Zıkkım iç!" dedirtebilmesi ve midenizin, huzurlu bir geleceğe dair umutlarını pekiştirmesidir. Ancak özellikle birinci pişmanlık noktasına uğramayı adet edinmiş olanlar için bu sonucu beklemek, abesle iştigaldir.

-Bir diğer pişmanlık noktası ?intikam saati'dir.. Zaman içinde kendinizi bir meleğe dönüştürmenin ilk adımı olan bu nokta, her ne kadar ?intikam meleği' formatından yola çıksa da, sonuçta melek melektir ve intikam ateşiyle yanan bir ruh için de, bu tür kavram tartışmalarına girmenin gereği yoktur. İntikam seçenekleri, elde edilmesi düşünülen pişmanlık derecesine göre gözden geçirilir. Tercih edilen seçenek keyifle uygulanır ve pişman olmak üzere beklenir.. Beklenir, beklenir ve sonunda o temiz kalbiniz derin bir pişmanlık duygusuyla sarsılır. Tanrım o ne müthiş bir duygudur! İntikamınızın türüne göre, saatlerce hatta günlerce hissedilen bu pişmanlık, emin olun ki ruhunuz için, çamur banyosunda gençleşmek isteyen bedenlerin aldığı haz ile yarışabilecek yegane yoldur.

-Önerilmeden geçilmeyecek pişmanlık noktalarından birisi de, ?anlat açılırsın' formülüdür. Bir tür günah çıkarma ya da psikolog kanepesine uzanmaya benzeyen bu öneri, yakın arkadaşlardan, uzak akrabalara ve hatta chat muhabbetlerine kadar uygulama olanağı bulunabilen, nadide bir rahatlama yöntemidir. Sonucunda size sağlayacağı mız mız pişmanlık duygusu garantidir. Çenenize vurmuş olan bozuk sinirleriniz bir parça düzelir, ancak, kafa şişirme kapasitenizle yüzleşmenizin yarattığı pişmanlık hissi baki kalır. Böyle bir pişmanlık duymanın tek faydası "Allah'ım ne kadar saf, ne kadar içi dışı bir şeyim ben böyle!" deme keyfini size yaşatmasıdır.

Sonuç:

Pişmanlık duyabilmek için, çeşitlemesi yapılacak bir çok yaşam deneyimi bulunabilir. Önemli olan, teması ne olursa olsun pişmanlıkları? oh sefam olsun' tadında yaşayabilmektir. Her ne kadar sefası sürülen bir şeyle, pişman olunası bir şey yan yana gelemeyecekmiş gibi duruyorsa da, zaman zaman buluşan bu ikili şiddetle tavsiye edilir. Ruhumuzun gelişimi ve? iyi insan' nitelendirmesine tez elden kavuşabilmemiz için, hemen her konuda "Pişmanlık Noktaları" tespit etmeli ve bunların, bir acil eylem planı çerçevesinde değerlendirilerek, uygulaması yapılmalıdır.


Seni Seviyorum...




D O S T L U K


http://kursunsabriomer.blogspot.com
Marcus Tullius Cicero,Yaşlıktan(De Senectute),sonra Dostluk'u(De Amicitia) da övdü.Düşünce, Aristoteles'le Theophrastos'tan gelmektedir.Ancak, Romalı stoacı Cicero,dostluğun, Yunan kökünden gelen tanımını Romalılaştırmıştır.Tanım,stoacılığın temel düşüncesine uygundur:Dostluk,anlaşmaktır(symphonia).Dostluk,insanların insanlarla ve tanrılarla ilgili her şeyde,yakınlık ve sevgi duygularıyla anlaşmalarıdır.Ancak,iki insanın birbiriyle anlaşabilmesi kolay değildir.Dostluğu gerçekleştirecek bir anlaşmanın doğabilmesi için birtakım nitelikler ister.Bu nitelikleri taşımayanlar,dost olamayacakları gibi,dost da edinemezler.Cicero,yapıtında,bu nitelikleri bilimsel bir sıraya sokarak saymamıştır.Yapıtın bütünü içinde, konuşmanın gidişine göre serpiştirilen bu nitelikler,şöylece sıralanabilirler:
http://kursunsabriomer.blogspot.com
1- Dostluk, ancak iyi insanlar arasında gerçekleşebilir. İyilik, dostluğun en gerekli niteliğidir.İyi olmayan insanlar dost olamazlar.Ama iyiliğin ölçüsü nedir?..Cicero,iyilik konusunda,filozofların ölçülerini aşırı bulmaktadır.Filozoflara göre,bir insanın iyi olabilmesi için,bilge olması gereklidir.Cicero'ya göre,bu anlamda bir iyiliğe hiçbir ölümlü erişememiştir. Bilgelik,kıskançlık dolu,karanlık bir sözdür.İyi sayılmak için doğruluk, dürüstlük, hakseverlik ve cömertlik yolunu tutmak yeter.Katıksız iyilik, erdemli kişide bulunur.Çünkü dostluğu hem doğuran,hem sürdüren erdemdir.Genellikle iyi sayılan insanlar,iyi insanlardır.Onların erdemleri,günlük yaşayış için yeterlidir.Hiçbir zaman, hiçbir yerde bulunmayan insanları düşlemek gerekmez.
http://kursunsabriomer.blogspot.com
2- Dostluk, sürekliliği gerektirir. Süreklilik niteliği bulunmayan yerde,dostluğun sözü edilemez.Sürekliliği de ancak erdemlilik sağlayabileceğine göre,bu nitelik,iyilik niteliğine sıkıca bağlıdır.Cicero'ya göre, gerçek
dostluklar ölümsüzdür.Ancak bu sürekliliği sağlamak da kolay bir şey değildir.Ortaya çıkar ayrılıkları çıkabilir,
siyasal düşünceler çatışabilir, insanların huyları değişebilir.Kara alınyazıları gibi,dostluğun üstüne çöken öyle
rastlantılar vardır ki,bunlardan kaçınmak,insan bilgeliğinin değil,talihin işidi
3- Dostluk, her alanda uyuşmayı gerektirir. Her alanda uyuşmamış olanlar,süreklilik niteliğini,bundan ötürü de dostluğu sağlayamazlar. Düşüncelerinde,beğenilerinde,yaşayışlarında benzerlik bulunanlar,birbirleriyle
uyuşabilirler.Ayrı düşünceler,ayrı beğeniler,ayrı yaşayış biçimleri uyuşma yerine,çatışma doğururlar.Her alanda uyuşmamış kişilerin dostluğu,yalancı bir dostluktur ve her yalancılık gibi günün birinde kırılıp dökülmek zorundadır.
http://kursunsabriomer.blogspot.com
4- Dostluk, sadakati gerektirir. Çünkü uzun bir süre uyuşmuş bulunanlar,bu uyuşmanın bir,ya da birkaç niteliğini yitirebilirler.Önceden uyuşmamış kişilerin dostlukları ne kadar yalancı bir dostluksa,bu niteliklerin yitirilmesinden ötürü bozulan dostluklar da o kadar yalancıdır.Gerçek dostluk,ölümsüzdür.Talihin gözü kördür
derler ama,güler yüz gösterdiği kişilerin de gözlerini kör ettiği bir gerçektir.Onlar,çok kez,bir kendini beğenme ve dostunu hor görme duygusuna kapılabilirler.Hiçbir şey,talihli bir budaladan daha çekilmez olamaz.Kimilerinin; önceden erdemli insanlarken,kumanda ve yetki elde ederek mutluluğa eriştikten sonra,değiştikleri,eski dostlarını hor görüp yenilerine bağlandıkları görülebilir.Yetkileri ya da paralarıyla alınabilecek her şeyi elde edip de,dostluğu,evrenin bu en değerli ve en güzel süsünü elde etmemelerinden daha budalaca ne olabilir?Alınabilecek olan şeyler,kim güçlüyse onun malıdırlar.Dostluksa,sadece dostun malıdır.
http://kursunsabriomer.blogspot.com
5- Dostluk,akıllılığı gerektirir. Herkesin mallarını alırken,sadece kendisinin olanı almasını beceremeyen budalalar dostluk kuramazlar.Bu akıllılık, sevgi alanında filizlenen bir akıllılıktır.Sevgi erdemi,dostlukları hem kurar,hem korur.Çünkü, onda her türlü ahenk,süreklilik,sağlamlık vardır.Kendini gösterip ışığını parlattığı zaman,başkasında da parladığını gördüğü erdem ışığına yaklaşır,ondaki ışıktan da ışık alır.Dostluk,işte bu ışıktan tutuşur.Sevgi ve dostluk sözcükleri aynı kökten gelirler(Amor, amicitia, amore).Sevmekse,hiçbir şeye
gereksinmeden,hiçbir yarar beklemeden,sevilen'e bağlanmak demektir.Akıllılık,gerçek olanla gerçek olmayanı
ayırmada tek ölçüdür.Yüze gülücüyle gerçek dostu,akıllılık ayırır.
http://kursunsabriomer.blogspot.com
6- Dostluk,birliği gerektirir. Taras'lı Arkhitas (İ.Ö. dördüncü yüzyılda yaşayan Pythagorasçı filozof) ne doğru söylemiş:Bir insan,göğe yükselerek evreni ve yıldızların güzelliğini seyretseydi bu seyir ona hoş gelmeyecekti.Oysa yanında gördüklerini anlatabileceği bir dostu bulunsaydı bundan pek hoşlanırdı...Evet, doğa yalnızlığı sevmiyor. Dostluğun en tatlı yanı da, doğanın istediği bu birlikteliği gerçekleştirmesidir.Doğa,ne istediğini,ne aradığını bu kadar açık olarak belli ettiği halde,bilmem nasıl oluyor da bu kadar sağırlaşabiliyor,doğanın uyarmalarına kulaklarımızı bu kadar tıkayabiliyoruz?..Dostlar arasında,sadece sevgi ve beğenme değil,saygı da bulunacaktır.Doğa,dostluğu,erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir,kötülüklerin yardakçısı olsun diye değil.Onun amacı şudur:Erdem,tek başına en üstün iyi'ye erişemediğine göre,oraya başkasıyla birleşip ortak olarak erişsin.İşte,bence,diyor Cicero, insanların peşinde koşmaya değer saydıkları her şeyi, şerefi, ünü, ruhun sükun ve sevincini içine alan birlik, bu birliktir.Bütün bunlar var olunca,yaşamak, mutlulukla dolar.Bunlar olmadan mutlu olunamaz.Mademki bu birlik,en üstün iyiliktir, onu elde etmek istiyorsak,erdem kazanmaya çalışalım.Erdemsiz,ne dostluğa,ne de herhangi bir şeye erişebiliriz.Erdeme değer vermeden dost edindiklerini sanan insanlar bir gün kötü bir olayla karşılaşmak zorunda kalırlarsa,o zaman;ne kadar yanılmış olduklarını anlayacaklardır.Atinalı Timon bile(insanların nankörlüğünden tiksinerek yalnızlığı arayan Atinalı zengin),tiksintisini dökebilecek bir insan aramamaya katlanamamıştır.

Cicero,yapıtında,dostluğun sınırlarını da çizmeye çalışıyor.Soruyor:Acaba,Coriolanus'ün(İ.Ö. V'nci yüzyılda yaşayan Romalı komutan, önceleri pek sevildiği halde,sürgün cezasına çarptırılınca Roma'nın üstüne yürümeye kalkmıştı)dostları olsaydı,vatana karşı,onunla birlikte silaha sarılırlar mıydı?.. Doğa,dostluğu,erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir,kötülüklerin yardakçısı olsun diye değil.Dostluğun temeli,erdeme karşı duyulan saygıya dayandığına göre,insan erdemden ayrılırsa,dostluk süremez.Utanç verici bir şey istememek,istenince de yapmamak,dostluğun en kutsal yasasıdır.Dosttan şerefli şeyler istemek,dost uğruna şerefli şeyler yapmak,dostluğun en kutsal yasasıdır.

Bu konuda üç düşünce ileri sürülmektedir:
http://kursunsabriomer.blogspot.com
a) Dostumuza karşı,kendimize beslediğimiz duyguların aynını beslemek düşüncesi: Bu düşünce,doğru bir
düşünce değildir.Çünkü,kendimiz için yapamayacağımız nice işler vardır ki,dostlarımız uğrunda pekala
yapabiliriz.Örneğin,kendimiz için yalvarmak şerefsizlik olduğu halde,dostumuz için yalvarmak ne büyük şereftir.
http://kursunsabriomer.blogspot.com
b) Dostumuza karşı,dostumuzun bizim için beslediği duyguların aynını beslemek düşüncesi: Bu düşünce de,doğru değildir.Yapılan ve görülen iyiliklerin eş olmasını istemek,dostluğu çok ince ve derin hesaplara vurmak demektir.Gerçek dostluk,daha zengin, daha cömerttir. Aldığından çok vermemekte bu kadar titiz davranmaz.
http://kursunsabriomer.blogspot.com
c) Dostumuza karşı,onun kendisine beslediği duyguların aynını beslemek düşüncesi: Bu düşünce de yanlıştır.Çünkü,kimi insanların güçleri kırılmış,ya da başarıya ulaşma umutları yitirilmiş olabilir.Dostunun da onun gibi düşünmesi dostluğa yaraşmaz.Tersine,dost,dostunun güçsüzlüğünü gidermeye,yitirilen umutlarını desteklemeye çalışan kişidir.

Öyleyse,gerçek dostluğun sınırları başka türlü çizilecektir:Töresel bir temizlik içinde katıksız bir anlaşma.

Dostluk üstüne söyleyeceklerim işte bunlar,diyor Cicero,size gelince,siz erdeme öylesine değer verin ki,onsuz dostluk olamaz erdemden başka hiçbir şeyin dostluğa üstün tutulabileceğine inanmayın.
http://kursunsabriomer.blogspot.com

http://kursunsabriomer.blogspot.com


(a)


18 Haziran 2009 Perşembe

Gökyüzü Aşkına Ağlıyor!


Yeni bir günün sabahı, bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor. Saat sabah 8 suları ve ben uyanığım. Tek sebebi henüz uyumamış olmam elbette. Tam uyumaya hazırlanıyordum ki, yağmur başladı. Eh, şimdi bu manzara bırakılır da yatılır mı?

Gökyüzü Aşkına Ağlıyor!


Aşkı destekleyen, aklına aşk denildiğinde gelenler listemde ilk sıradakiler, yağmur, tango ve lila olurdu. Yağmur, doğada hüzne dek gelir mi bilmiyorum ama bünyemdeki tam karşılığı hüzündür. Her hüzün de içinde acıtan şeyler barındırmaz. Bende tuhaf bir coşkuyla beraber  yaşarlar. Kurtlar puslu havayı severmiş ya, öyle bir durum.

Çocukken, ne zaman yağmur yağsa, gökyüzü ağlıyor sanırdım. Fiziksel oluşumunu bilmeme rağmen, hala ağladığını düşünmek ve inanmak hoşuma gidiyor. Çok şiddetli yağışlarda içimi basan hüznün sebebi, yukarının haline üzülmemden kaynaklanıyor sanırım. Kim bilir diyorum, neye üzülmüştür? Güneşle kavga etmişler, Güneş almış başını babasının evine gitmiş. Gökyüzü de oturmuş bir masaya, bir duble rakı, biraz beyaz peynir, fonda acılı bir arabesk ile kahrediyor gibi geliyor. “Ah Güneş, ah, bunu bana nasıl yaparsın?” diyerek, gözlerinden yaşlar boşalıyor.

Güneş’in durumu daha kötü. Yanında iki parça eşya ile gitmiş baba ocağında küskün küskün oturuyor. Babası da, evlilikte böyle şeyler olabileceğini, fazla uzatmaması gerektiğini, birkaç gün içinde evine dönmesini öğütlüyor. Güneş eğer inat eder de uzun kalırsa, biz kış diye bir mevsim yaşıyoruz. Güneş olmadığından, Gökyüzü’nün uyurken üstünü örtecek kimsesi olmuyor. Üşüyor zavallıcık, çok üşüdüğü zaman akan gözyaşları kara dönüşüyor.

Bir müddet bekliyor Gökyüzü, bakıyor ki, biricik aşkı gelmiyor, hüznü sinire dönüşüyor. Evi, barkı kırıp geçiriyor. Eşyaları, masaları deviriyor. Yalnızlığın intikamını alıyor, suçu olmayan eşyalardan. Bir de okkalı küfür savuruyor, bağıra bağıra kaderine. İşte, o zaman bizler fırtınayı yaşıyoruz aşağıda. Rüzgarda zorlukla yürüyoruz, deniz coşuyor, dalgalar boyu geçiyor.

Sonunda dayanamıyor evrenin sonsuz aşıkları, zaten Güneş’in babası araya giriyor, barışıyorlar. Güneş eve dönünce, ışığı yayılıyor evrene, bizim de gönüllerimize umut serpiliyor. Eve dönen Güneş, öyle hemen yelkenleri suya indirmiyor tabii, biraz nazlanıyor. Bir anda her şey güllük gülistanlık olmuyor. Arada suratlar asılıyor evde yine, kavga ettikleri konu neyse, masaya yatırılıyor. Ortalık geriliyor biraz ama düzeliyorlar. Bizim tam da o zaman, aşağıda dengemiz bozuluyor. Sıcak diye dışarı ince çıktığımız zaman, hava bir bozuyor, donuyoruz. Sonra tekrar açıyor. Böyle zamanlara da bahar deniyor.

Dertler ve naz yapma süresi bitince Güneş’in, evde aşk zamanı başlıyor. Güneş, evin içinde şen sesiyle şarkılar söyleyerek salınıyor. Gökyüzü’nün keyfinden geçilmiyor. Yukarıda bir neşe, bir huzur sormayın gitsin. Biz de aşağıda yaz yaşıyoruz. Doğa bütün hediyelerini evrenin sonsuz aşıkları için sunuyor. Ağaçlar, kuşlar, denizler, bu aşkın şerefine coşuyorlar. Dünyaya renk geliyor. Bizim de ruhumuzdan aşk fışkırıyor. Yaz aşkları herkesin hayatına bir tebessüm ekliyor.
Ta ki, Güneş ve Gökyüzü yeniden kavga edene kadar!

Aşkın döngüsü yukarıda başlıyor, bize de yansıyor. Kişiler değişse de aşk kendi tarihini tekrarlıyor. Ben her şeye rağmen, yağmuru seviyorum. Bir gün yağmur yağmazsa, Gökyüzü sevdasından vazgeçmiş olacak diye korkuyorum. Yağmur, aşkın görünen yüzüdür, gözyaşı gibi, arada yağan yağmur sevdayı dengeler, sevginin değerini ve kaybetmemeyi hatırlatır. Yağmur yağsın, yağsın ki aşk, hüznüne rağmen var olmaya devam etsin…


(a)


Sevgi Ermişliği!


Her hissettiğimiz sevgi değildir.Bazen kalp ve beyin hiç yapmadıklarını yapar ve işbirliği ederler.Bir yanılsamadan öteye gitmeyen duygular yaşatırlar bize.Zaman geçtikçe anlarsınız ki,o hissettiğiniz şeyin adı sevgi değilmiş.

Sevgi Ermişliği!

http://kursunsabriomer.blogspot.com/Sevgi kendi içinde ikiye ayrılır.Aslında sevgi ayrılmaz da,insanların sevme şekli ikiye ayrılır.Beklentili sevenler,beklentisiz sevenler.Karşılıksız sevmenin en güzel örneği,annedir.Ne kadar yaramaz,işe yaramaz ve onun ümitlerini kırmış olursanız olun,anne sevgisine karşılık beklemez.Örneklerini gördüğüm için,buna da bütün anneler demek yanlış olur,o yüzden çoğunlukla anneler diyebiliriz.

Şartlı sevmek ise,genellikle aşk ilişkisi,arkadaşlık ilişkisi gibi sosyal ilişkilerde ortaya çıkar.Birisini sevmek için, kıstaslarımız vardır.Şöyle biriyse, öyle davranırsa,tipi güzelse,huyu iyiyse gibi örnekleri çoğaltabileceğimiz sevme şekli,şartlı sevmektir.Beklentisiz sevgi olur mu?
Çok zordur ama olursa da tadından yenmez.

Birisini beklentisiz,çıkarsız,hesapsız sevmek,sevginin en saf halidir.Bu duyguya erişen insanlar,gönül kapıları çok yüksek ve farklı yerlere bakan,dünyayı değişik gözerle gören kişilerdir.Bunun için ermiş falan olmaya da gerek yok. Bu örnekleri de hayatımızın içinde görmek mümkündür.

Zaten mesele,insanın kendini gerçek yaşamdan soyutlayarak,tek başına,bir sedirli odaya çekilerek,büyük gönül mertebesine erişmesi değildir ki!Asıl iş,tam da hayatın ortasında dururken,bütün mücadeleleri verirken, haksızlığı,yanlışları,yaşam kavgasını,ihaneti yaşarken o noktaya ulaşabilmektir.Yoksa ne faydası vardır insanlığa,tek başına gidilmiş yolun.Şu meşhur kitapta anlatılan,arabasını veren bilge örneğinde olduğu gibi,mesele,o arabaya binerken bilgeleşmektir.Bunu yapabiliyorsa,o gönülden büyümesi beklenir.

Sevgiyi gerçek anlamıyla yaşayabilmek de,bir çeşit bilgeliktir.Gönül büyüdükçe, verdiklerini saymamayı öğrendikçe,hesap,çıkar ilişkisinden vazgeçmeyi öğrendikçe, sevginin de ermişi haline gelir.Elbette yürek haksızlığa gelemez.Etrafınızda sürekli canınızı acıtan,sırtınıza vuran birileri varsa,kollarınızı açıp,sarıp sarmalamak mümkün olmayacaktır.Bu durumda yapılması gereken,doğru yolu göstermeye çalışmaktır. Kişinin içindeki kötülüğe ayna tutarak,kendi tavır ve hareketlerinizle,ona doğru olanı göstermektir.Hala olmuyorsa,o kişiden,olaydan uzaklaşmak gerekir.

Sevgi,birini gerçekten anlayabilmektir.Anladığında da ona hakkını teslim etmek gerekir.Size uymuyor olması,yargılama,kin gütme,beddua etme hakkı vermez.Aynı düşüncede olmayabilirsiniz,aynı pencereden bakmayabilirsiniz.Bu durumda ya değişim için çabalarsınız,ya oradan uzaklaşırsınız.Yani,sevgi emek ister cümlesinin altı,söylendiği kadar boş değildir.Vazgeçebilmek ve anlayabilmek kadar büyük emek yoktur.

Sevgiyi ama saf sevgiyi bulabilmek,hazine avcılarının yıllar boyu bir umutla dolaşması gibidir.Siz de onu bulmak istiyorsanız,ciddi çaba göstereceksiniz demektir.Uzun yollar kat edip,çok insan,fazla yaşam tanıyacaksınız.Her ümitlendiğiniz gerçekleşmeyecek,daha fazla emek verecek,daha çok seveceksiniz.Önce kendi yüreğiniz saf sevgiye bürünecek ki,kalp eşini görünce tanıyabilesiniz.Sevgi erenliği zor iştir yani,ama bulduğunuzda büyük bir zenginliğe sahipsiniz demektir.

Bulabilmeniz umuduyla…



(a)


10 Haziran 2009 Çarşamba

Bana bir şiir oku...



Şöyle dayayıp başımı göğsüne ve gözlerimi kapatıp mavi bir yolculuğa çıkayım sesinin tınısında...
Sesinin anlam yüklediği cümlelerde ben olayım.. Menekşenin kokusunu anlat mesela ve dere boylarındaki sürgünlüğünü beklemeyi, yalnızlığı, gün batımı hasretlerin nahoş tadını...
Korkuyla beklerken kış ayazını, savunmasız, ürkek yüreğinde sakla beni...

Bana bir şiir oku...
Şöyle dayayıp başımı göğsüne, gözlerimi kapatıp bir dağ kulübesi huzuru, ebruli bir düşün içine sığınmak ve bir çağlayanın akışında duyumsamak sesinin melodisini...

Bana bir şiir oku...
Sesinde can bulsun sözcükler... Dök satırlara güzel olan güzel kalan her şeyi. Acıdan hüzünden, ayrılıktan söz etme n’olur.. Keder Değmesin yüreğimize...
Ve bana bir şiir oku, içinde sen olan, biz olan.. Aşk ve sevgi olan...

10 Haziran 2009
Ömer Sabri Kurşun


9 Haziran 2009 Salı

Sevgi...


""Acımak sevgi değildir, üstünlüğün kabulüdür.
Hoşgörü sevgi değildir, istemediğine katlanmaktır.
Bağımılılık sevgi değildir, gereksinmenin karşılanmasıdır.
Sevgi, değer vermesini bilmektir.
Sevgi, yaşama hakkını kabul etmektir.
Sevgi, varolmaktan kıvanç duymaktır.
Sevgi, birlikte olmaktan kıvanç duymaktır
. Sevgi, eşitliğin duyumsanmasıdır.
Sevgi, bütün yapay ayrımların hayattan çıkarılmasıdır.
Sevgi, bilinçtir.
Sevgi, insan olmaktır.""




Dostlukların öğretdiği...


(Denemelerimden)
Dostlukların öğretdiği...

Dostluğun çıkar,insanlığın ölmüş olduğunu öğretti.
Hayat bana biraz gözyası karşılığında acıyı,
Biraz tebessüm karşılığında mutluluğu.
Sevdiklerim karşılığında ölümü ve her acı
tecrübenin sonun da öldüğümü zannetsemde,
Onun beni beklemeden sürdüğünü öğretti...
 
Ve hayatbana,ona birşey vermessem,
 bana bişey vermeyeceğini,
mutluluğun istediklerini elde etmekle değil,
elindekilerle yetinmekle olduğunu,
 daha 17 yaşındayken ölümün,
yaşamaktan daha mı güzel olduğunu düşünmeyi öğretti...
 
Güvenmenin en büyük hata,
sevginin en büyük yalan,
paranın insanı köle eden bir şeytan,
dostluğun çıkar,
insanlığın ölmüş olduğunu öğretti...
 
Ve ne zaman ölmek istiyorum dersem;
o zaman yeniden doğduğumu,
her acının sonunda daha olgun olduğumu,
bardağa dolu tarafına da baksam,
boş tarafına da,sonucuna katlananın ben olduğunu öğretti...



7 Haziran 2009 Pazar

Bir baba gittiğinde...







Bir baba gittiğinde
Arkanı yaslandığın duvar
Sabahları sıcak ekmek
Okul harçlığı, otobüs bileti
Ciğerinden bir parça gider
Gider de gider

En sinirli anında bile
Dudağının kenarında bir gülümseme
Bayramda öpülecek el
Çocuklarımızı sırtında taşıyan
O sevimli dede gider
Gider de gider

Bir içten "oğlum, kızım" sözünün sahibi
İnatçı bir siyasetçi
Koca bir beden
Çocuk bir yürek
Anneyle yapılan lüzumsuz tartışmalar
Heyecanlı bir taraftar
Çalışkan bir "Adam" gider
Gider de gider

Bir sarılmaya, bir çift söze bile
Fırsat vermez Azrail
Vakit geldiği zaman
Sadece baban değil
Atan gider
Canın gider
Kanın gider
Gider de gider

Dolmaz boşluğu kısa zamanda
Hep bir ses ararsın, bir nefes
Bir anahtar tıkırtısı
Yanlış bir iş yapınca
Gözünün içine bakılmasını
Ama sadece beklersin

Çünkü
Bir baba gittiğinde
Sadece baban değil
Bir dostun
Bir arkadaşın
Bir sırdaşın
Bir öğretmenin
Bir ustan
Bir yanın gider
Gider de gider...

çınarını kaybeden çınar
7 Haziran 2009
Ömer Sabri Kurşun



6 Haziran 2009 Cumartesi

ölümün sesi...


cenneti olmaz ayrılığın suçlusu farketmez... her günaha katlanır seven asla kaybetmez...


         - ölümün sesi -


http://kursunsabriomer.blogspot.com

  Ölümün sesini duyuyorum her aklıma gelişinde…
İçimde sana karşı büyüttüğüm bir kinle yaşıyorum artık. Sevgiyi kalbimin derinliklerine hapsetmiş ya da bir rafa kaldırdığım tozlu kitapların arasında beklemeye ve ömrümün sonuna kadar bekletilmeye mahkûm bir suçlu gibi görüyorum.Tüm zamana tüm yaşananlara isyanım…

  Özlemek ve özlediğini hissetmek zor bir duygu olsa gerek.Tüm benliğimde seni özlüyor seni duyuyorum. Sadece silememek yalnızlığı.Ne zaman seni unuttum desem o günü kendime zafer ilan etsem; hep gözlerin geliyor gözlerimin önüne.Düşsel diyarımda tüm çıplaklıyla uzun bir yolculuğa çıkıyorum.Düşleriyle beslendiği acıları da üstüne eklediği bedelin ağır olduğu bir hayat yolculuğu benimkisi…

   Böylemi olmalıydı.Böyle mi bitmeliydi zamansız gelen sevdamız.Seni gördüğümde hayat bulan gözlerimin elini tuttuğumda içimi ısıtan yüreğimin sana dokunduğumda yaşadığını farkına varan bedenimin suçu neydi.
Söyle suçumuz neydi bizim.Kabıma sığamıyorum artık.
Günler saatler bitmek bilmeyen geceler…
Yaşamak zor geliyor benliğime sürükleniyor yüreğim bilinmeyen dünyalara kararıyor sabahlarım ve acıtıyor canımı bitmek bilmeyen arkası tükenmeyen sorular.Şimdi kutla zaferini haykır dünyaya övün eserinle, övün zalimliğinle bazen düşünüyorum da yanlış bir zaman mıydı başlayan bu aşk hikâyesi.

   Belki…
Neyse boşver ne önemi var ki belkilerin keşkelerin.Ben seni sevmiştim işte.Seni kabul etmiştim yüreğimin hâkimi.Bu gerçeği kabullenmemek neyi değiştirir ki…

  Bir gün anlamsızca bir gözyaşı düşerse gözünden bil ki bir bedel ödüyorsundur.

  Unutma ki her bedel bir gözyaşı; her gözyaşı bir bedel sürükler peşinden.Ben ödediğim her bedel için çok gözyaşı döktüm.Gün gelecek senin için döktüğüm gözyaşlarının bedelini çok ağır ödeyeceksin.Ve ben yüreğimi senin döktüğün gözyaşlarıyla söndürecem…



2 Haziran 2009 Salı

Senin İçin...



Senin için büyüteceğim menekşeleri
Gün doğarken bırakacağım sana gözlerimi
Önce seni görsünler diye
Ben senin denizinde çimeceğim
Sana,can suyuma gark olabilmek için
0 güvercinlerin kanadına
Takılacağım usulca
Geleceğim sana
Yüreğime iyi bakacağım
İçimdeki sen hiç çıkmasın derinlerden diye
Aşkımı dudaklarımdan dökülen
Yediveren mısralarla tattıracağım sana

Şarkılar söyleyerek,yüreğine işlenerek
Bir kez daha içime çekeceğim seni

02.06.2009

Ömer Sabri Kurşun                       

...mutluluk...



Saklı mektuplar...


http://kursunsabriomer.blogspot.com

"Seni içimin en ücra köşesine gizledim;ürkek,tedirgin, temkinli...”

Her temmuz,bana şehrimi anımsatıyor dünyanın her neresinde olursam olayım.Çok zaman geçirip,çok anı biriktirdiğim;bol tuzlu denizinde,üzerimde taşıyıp da sevmediğim her ne var ise dalgalarıyla atmaya çalıştığım;salkım saçak dolaşırken,siyah etek uçlarımdan yerlere istemediklerimi saçtığım;kavurucu güneşinin altında,incir kokulu yollarda, nar çiçeği endamında her bakan göze dokunup saklandığım; aşk tadında gece yürüyüşlerine çıktığım...

Minik temmuz sıcağı şehrimi yeniden yaşamak arzusu doluverince gözlerime, yüreğimdeki pır pır eden kanatları susturamıyorum işte. Yeniden’i olmayan geçmişin, geçmişte kilitlendiği gerçeği ile ıhlamur ağacı altına uzanıp temmuz şarkıları döküyorum dilimden bu yabancı toprağa. Hüzne bulanmadan yaşanmıyor ki Şiraze.

Kimseler bilmesin öykülerimi diye ketûm direnişlerle gömdüm mektuplarımı saklı kentime.İlk bûsenin açtığı yaranın bir daha kapanmayacağını,ilk bûsenin kopardığı fırtınanın ömür boyu dinmeyeceğini,ilk bûsenin tüm‘hayır’lara bir asi yetiştirmede maharetinin yıllara değin uzanan dokunuşlarının artarak çoğalacağını,ilk bûsenin bedeni dolaşan bütün damarları nasıl da‘çat’diye bir bir çatlatacağını,ilk bûsenin ne varsa aniden değiştirivereceğini nereden bilebilirdin ki Şiraze.

Mektuplarım benimdir,mektuplarımın ıhlamur kokusu benimdir,mektuplarımın canımı yakan her harfinin kıvrımları benimdir; temmuz sıcağında yeniden yazılıp,yeniden toprağa verilen,benimdir mektuplarım Şiraze.

Şehirler değiştiriyorum,şehirlerle değişiyorum.Yüzleri yüzüme yansıyor,kokuları siniyor tenime, seslerinde yitip içimin feryatlarına sekte koyuyorum.Derûni bağlılıklarımı bir hilkat garibesi şekline bürüyüp yalnızlığına mahkum ediyorum.

Şehirler değişiyor Şiraze,ben değişiyorum.
Ben değişiyorum,dünya değişiyor Şiraze.
Bir, yaşanmışlar olduğu gibi duruyor.
“Sen yok desen de,ayın tamamı orada” diyorum.
“Hayat zaten zor,onu daha da zorlaştırmak için neden bu çaba?” diye soruyorum.
“Yanlışlar birbirini izler” gerçeğine uyanıyorum.
“Yapmamız gereken, bize zaman verildiğinde yapacağımıza karar vermek” diyerek bir gayret yerimde doğrulup göğe avuç açıyorum.
Ve hayatlardan bir gölge gibi çekiliyorum uzaklarına...

Ben Şiraze, her sabah yeniden doğuyorum; öykülerime bir yenisini eklemek, yeni bir mektuba başlamak için...
Seni temmuz ile selamlıyorum...


Ş İ R A Z E 

(a)


Saklı mektuplar...


http://kursunsabriomer.blogspot.com
sabahları yağmur düşerdi yollara

ben düşerdim yağmur damlalarına,bir başka hoşluk içimde

tanıyan tanırdı,tanımayan tanımazdı

bir dokundular mı bir dahası olmazdı

kaçardım ya ben,ya kaçarlardı benden

bir günah koşardı peşimden

korkardım...

Çok eskidendi sanki şiraze.Bundan kırk asır mı öncedeydi,yoksa bin asır mı geride yaşandı bitti.Hiç bilmiyorum,bilemiyorum.Birbirine giriyor yaşanmışların tümü.Çözemiyorum düğümlerini, çetrefilleşen dönemleri ayıramıyorum birbirinden.Beceremiyorum şiraze.Yaşandı bitti’ler hep öyle kenetlenmiş duruyorlar sayfaların üzerinde.Belli ki istemiyorlar dokunulmayı,belli ki onlar da küsmüşler birşeylere,belli ki terkedildikleri yerde kalmak arzuları şiraze.Ben de anlıyorum ki birileri hep küsüyor.Birileri hep kızıyor.Birileri hep çekiliyor hayatımdan.

Her şeyi kaybediyoruz şiraze.Sen beni,ben seni... her şeyimizi zamanın “geçmiş” safına bırakıyoruz.Kimileri eskiyor şiraze.Kimiler yitiyor şiraze.Kimileri kayboluyor şiraze.Ne kadar da üzülsek,ne kadar da dövünsek,ne kadar da devirsek yüzümüzü... eskiyen,yiten,kaybolan gelmiyor şiraze.Boynumdaki fular uçuyor rüzgara kapılıp.Bir acip bakıyorum uçuşuna,nasıl böyle deli divane.Rüzgara aşık olmak zordur şiraze. Bilir misin rüzgar acıtır hep.Ne hızına yetişir sevdalı,ne dokunabilir tenine,ne görür güzelliğini,ne de aşk cümleleri duyar dilinden.Bir deli hırçınlıktır onunkisi şiraze,eser geçer.Sevdalı kanatlanır ardısıra.Rüzgar umursamaz,rüzgar dönüp bakmaz şiraze.Hep haşin,vurur yerden yere,yetmez alır yerinden yurdundan fırlatır uzak ve alakasız yerlere,yetmez savurur da savurur.Şiraze ben rüzgarın girdabında,ıslıkları kulağımda,içimde o titreten hep üşüten soğuğu,durmak nedir bilmez yorgunluktayım.

Yağmur da yağıyor üstelik.

Eskimeyen bir fistan üzerimde,az kala sona döküyor çizgilerini.

Bir çilek en kırmızı haliyle yanaşıp,“ye beni” diyor.

“Ben çilek severim.”

Elimi uzatıyorum tutayım diye.

Avucuma düşer düşmez yakıyor elimi.

Bir çığlık bırakıyorum havaya, karşımda asılı kalıyor.

Çığlık çığlık bağırıyor,çığlık çığlık bağırıyor;kulaklarım acıyor, içim bulanıyor.

Avucumda kalan bir çilek acısı,bir de karşımda çığlıklarım;yağmur da yağıyor üstelik.

Eskimeyen fistanım en çizgisiz haliyle,üzerimde.

Bir delinin arta kalan yanıyım şiraze.

Bir delinin en deli haliyim.

Neredesin şiraze?

Şiraze sen arayıp bulamadığım,şiraze sen sesini duyamadığım;şiraze sen en uzağım,en yakınım,en telaşım,bir de en aşkım.Yağmur da yağıyor üstelik. Aşk bu anlatılmıyor işte.Yaşansa farkına varılmıyor,bulunsa tanınmıyor,yakalansa hemen kaçıyor,ben“mor”desem yeşil çıkıyor.Yeşil de aşk’a bence şiraze hiç yakışmıyor. Üstelik yağmur da yağıyor.Islak bütün yeni çiçeklenmiş ağaçlar.Islak bütün şemsiyesi olanlar.Islak bütün şarkılar.Islak şiraze.Bir ıslandım mı bitiyor,ne acı ki uçamıyorum şiraze.

Sen beni bırak şiraze,nasılsa ben hep seninleyim...

ŞİRAZE


(a)


Son durak...

Eğer 9 Canlı Bile olsaydın,
An Fazla 8 Kez Kaçabilirdin Ölümden!
Bil ki 7 Düvele Sultan Dahi Olsan,
kursunsabriomer.blogspot.comYerin 6 Mekân Olacak Sana.
En Fazla 5 Metre Kumaş Götürebileceksin!
Kapatacaksın 4 Açsan da Gözlerini!
Bu 3 Günlük Fani Dünyada.
Azrail’e 2 Kat Olup Yalvarsan da Nafile,
Ecel Geldiğinde 1 Gün Öleceksin! ;
İşte, O An Her şey 0 dan Başlayacak.
Çünkü;ÖLÜM BİR YOK OLUŞ DEĞİL, YENİDEN DiRiLiŞTiR!

Ömer Sabri Kurşun

http://kursunsabriomer.blogspot.com


Bu sayfada

Dakika

Saniye
Misafirim oldunuz




https://kursunsabriomer.blogspot.com[diploma.gif]
Diploma  of  Ömer Sabri KURSUN