Powered By Blogger

GİRİŞ

Düşüncelerim,benim hayatım için seçtiklerim ve değiştirmenin yolu da kabullenmek, herşey için öncelikle şükretmek...
Kocaman bir evren kollarını açmış kucaklamak için bizi bekliyor.
Ve emin olun ki dünya hepimizin etrafında dönüyor...
Belki farkındasınız belki de değilsiniz ama gerçek bu!
Düşüncelerimiz ne ise biz o’yuz...
Yani bugün yaşadıklarınız, geçmişte kendiniz için düşündüklerinizin toplamı!
Gelecekte yaşayacaklarınız ise bugün ki düşünceleriniz ile şekillenecek tabii ki.
Bugün sahip olduğunuz herşeye şükrettiğiniz, teşekkür ettiğiniz ve istemeye devam ettiğiniz sürece...
Sahip olduğumuz(düşünce gücüyle)enerjiyle, olumlu ya da olumsuz düşündüğümüz her şeyi hızla hayatımıza çekiyoruz...
Ve çok ilginç insan bedenindeki enerji miktarı yaşadığı şehri(ne kadar büyük olursa olsun) bir hafta boyunca aydınlatacak kadarmış.
Şimdi geçmişe şöyle bir baktığımda içsel anlamda bunu bildiğimi fark ettim ve farkında olmayarak kullandığımı.
Ama önemli olan farkında olmak dolayısıyla hatırlamayı hatırlamak...
Şimdi farkındayım!

Ömer Sabri KURŞUN

Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma!Taşıyamazlar,kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar...
Üç çeşit dost vardır;birincisi ekmek gibidir her zaman istersin.İkincisi ilaç gibidir lazım olunca ararsın.
Üçüncüsü mikrop gibidir o gelir seni bulur.
*****
Karıncaya sormuşlar; '' nereye gidiyorsun?'',
'' dostuma'', demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca; '' olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş...
Yolunda ölünecek dostlara...


https://kursunsabriomer.blogspot.com
Çeşit çeşit insanlar yanıltmasın sizi;
yalancılar, dürüstler, düz insanlar, zorbalar..
Gülümseyen kalpler arayın, az da olsa etrafı tarayın.
Gözlere mi sakın ha aldanmayın, sözlere hele hiç kanmayın.
Haydi rast gele...
Ş A N S I N I Z A...

Medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2009 Cuma

Böyle yürekli eleştiri gördünüz mü?






BİR TÜRK OLARAK KÜRTLERE SORUYORUM :
Bir TÜRK olarak Kürtlere soruyorum; ''Kürtler bu ülkeye ne vermiştir ?'' Kürtlerin, Türkiye'ye bugüne kadar ne katkıları olmuştur ? Sosyal, bilimsel ve sanatsal anlamda yaşamımıza neler katmışlardır ?


Kendilerini etnik kökenlerini ön plana çıkararak tanımlayan ve kendilerine verilmiş en büyük hak olan
''BU GÜZEL ÜLKENİN, TÜRKİYE'NİN VATANDAŞI OLMAK HAKKINI'' bir kenara iterek, etnik köken üzerinden ırkçılık yapmayı tercih eden bu kitle, bu ülkeye ne vermiştir ve bu sapkın anlayışla ne verebilir ?

Kürtlere soruyorum; neden terör sizde, beşik kertmesi sizde, kız çocuklarını başlık parası adetiyle adeta bir eşya gibi alıp-satmak adeti sizde, her türlü yasadışı işin altından çoğunlukla Kürtler çıkmakta, kapkaç sizde, gasp sizde, ''NAMUS CİNAYETLERİ'' sizde, kaçakçılık sizde, uyuşturucu ticareti sizde, bu ülkenin vatandaşı olmayı sindirememek hastalığı sizde, vur-kır-gasp et anlayışı sizde, ÖZELEŞTİRİ yapmamak sizde, nedensiz aşağılık kompleksi sizde, başına kuş pislese devleti ve diğer insanları suçlamak sizde, herşeyi devletten beklemek sizde, asimile edildiği yalanını söyleyip, 21. yüzyıl Türkiyesi'nde tek kelime Türkçe bilmeyen milyonlarca insan sizde, emperyalist devletlerin size sahte bir mazi yapıştırması neticesinde Anadolu'da hiçbir zaman varolmayan, sözde gasp edilmiş hayali bir anavatanınız olduğu yalanını yaymak yine sizde.

Bu ülkeye hiçbir şey vermeden, kaba kuvvet ve vandalizmle, terör ile toprak gasp etmeye çalışma ahlaksızlığı sizde, diyaloğu ve insani ilişkileri es geçip, yakıp yıkarak bu ülkeyi bölmeye çalışmak sizde, Avrupa'ya gidip Türkiye Cumhuriyeti ve onun şanlı ordusu Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında her türlü asılsız yalanları söylemek, bana işkence yaptılar, baskı yaptılar, dilimizi konuşamıyoruz, fırsat eşitliği yok gibi mesnetsiz yalanları söyleyerek siyasi mülteci statüsüyle o Avrupa ülkelerine kapağı atmak, bir parazit gibi yaşayıp oralarda da suç işlemek sizde, sizlerde....

Avrupa'da Türkiye'yi şikayet etmek sözkonusu olunca ''ben Kürdüm'' demek, ama cebinde Türkiye Cumhuriyeti kimliği ile Avrupa ülkelerinden herhangi birinde suçüstü yakalandığınızda ''ben Türküm'' demek üçkağıtçılığı sizde, çapulcu terör örgütüne her türlü desteği verip, demokrasi ve insan haklarından bahsetmek, ''şiddeti kınıyorum'' demek sizde, bu yalanları söyleyip bizleri de enayi zannedip, aptal yerine koymaya çalışmak terbiyesizliği ve alçaklığı sizde, bu ülkede yaşayan onlarca farklı etnik kökenden milyonlarca insan, etnik kökenleriyle ilgili en ufak bir sıkıntı çekmezken, özgürce siyaset yapabilirken, milletvekili ve hatta Başbakan bile olabilirken, verdiğimiz Kurtuluş Savaşı mücadelesi sonucu elde edilmiş Cumhuriyetimizin kazanımlarını içlerine sindiremeyen sömürgeci, etnik soykırımcı, emperyalist devletlerin maşası ve tetikçisi olmak düzenbazlığı NEDEN hep sizde ?

Lütfen bu sorulara yanıt verin, tabii verebilirseniz...
Bu memlekete bugüne kadar ne verdiniz de, ne istiyorsunuz ?

Eğitim diyorsunuz; öğretmen öldüren terör örgütünün katillerini ve elebaşını lider, siyasi irade kabul ediyorsunuz.
Dilimizi konuşamıyoruz diyorsunuz; o halde bugüne kadar Türkiye'nin çeşitli kentlerinde açılmış
''Kürtçe Kursları'' sözde dil öğrenmeye susamış sizlerin ilgisizliği sonucunda neden kapandı ?
Siyasi platformda temsil hakkı diyorsunuz; siyasetinizi etnik ırkçılığa ve bölücülüğe dayalı söylemler, eylemler ve politikalar üzerine kuruyorsunuz.
Yarattığınız terörden 30 bin insan can veriyor...
En ufak bir özeleştiri, en ufak bir günah çıkarma yapmıyorsunuz.
Sizlerin canı can da, bu ülkeyi ve içinde yaşayan masum insanları terörden korumak için hayatını hiçe sayıp şehit olan ana kuzularının, evlatlarımızın canı patlıcan mı?
İstanbul'da sokaktaki vatandaşlara saldırmak, molotof kokteyli atmak, otobüs yakmak, polise ve sade vatandaşlara, kadınlara, ufacık çocuklara ''kaldırım taşları'' atıp kafalarını yarmak neyin protestosu?
Hangi köhne düşüncenin, hangi barbar anlayışın dışa vurumu?
Bugüne kadar hangi ''Kürt kökenli'' Türk vatandaşına; hop! sen Kürtsün şu şehre giremezsin, şu işi yapamazsın, şu mesleği icra edemezsin denmiş veya denmekte?


Bu ülkenin en çok para kazanan insanları çoğunlukla Kürt kökenli şarkıcılar, eğlence yeri sahipleri, işadamları, ticaret erbabı, turistik otel sahipleri, eğlence dünyasında; tv'de, gazinolarda iş yapan isimler (İbrahim Tatlıses, Özcan Deniz, Ceylan, Yılmaz Erdoğan vs.) değil mi?


Hani ne oldu ''fırsat eşitsizliği yalanınıza?'' İşin doğrusu, sizin sorununuz bu ülkeyi terör ile vurarak, kırarak bölmek! Bir oldu-bitti yaratarak bu güzelim memleketi parçalamaktır. Bu kadar basit. Şu çıplak gerçeği artık ilkokula giden küçücük çocuklar bile anlayabilmektedirler.


''KÜRT'' kökenli vatandaşlarımız, eğer bunca kan ve gözyaşı dökülmesine sebep olan bu BÖLÜCÜ IRKÇI TERÖRİSTLERİ hala destekliyorlarsa, KUSURU DEVLETTE DEĞİL, KENDİLERİNDE ARAMALIDIRLAR!


Meydanlarda eller hep zafer işareti, ellerde 30 bin insanımızın katili kanlı terör örgütü PKK'nın afişleri, terörist başı Apo'nun posterleri, yakarız-yıkarız tehditleri ve herkesin malumu ülkemizdeki büyük kentlerde meydana gelen şu terör olayları...


Çapulcu terör örgütünün hazırladığı ''Şemdinli fiyaskosundan'' sonra, ellerine para vererek sokaklara salıp polisimize, güvenlik güçlerimize, halkımıza taş ve molotof kokteyli attırdığı küçücük çocuklar...


Çocuğunu terör örgütünün militan olarak kullanmasına müsade ediyorsan, bu kaos ve terör yöntemlerinden medet umuyorsan ve bu yolla bu ülkeyi böleriz, sözde ülkemizi de kurarız diye düşünüyorsan, canın yandığında veya meydanlara saldığın, yak-yık-kır-dök evladım dediğin çocuğunu kendi ellerinle ateşe attığında da bunu devlete fatura edemezsin.


Demokrasiden bahsedip, teröre yol açmak ? İnsan öldürüp hak talep etmek? Bu ne yaman çelişki...


Hak isteyen, hukuk isteyen önce bu ülkenin bütünlüğüne, bu ülkenin insanlarına, toplum kurallarına SAYGI gösterecek. Ülkesine katkıda bulunacak. İNSAN gibi davranacak, yakmayacak, yıkmayacak.


Kısacası; TERÖRİST ile arasındaki farkı yine bizzat KENDİSİ ortaya koyacak. Bu ülkenin güzel insanlarını kendisine inandıracak.


Kürt toplumu yüzyıllardır kendisini sömüren, geri bıraktıran, kulun kula kulluk ettiği ''FEODAL DÜZEN'' denen ilkel sistemden ne zaman vazgeçecek? Ne zaman HANIM FERTLERİNE gereken ''ÖZGÜRLÜĞÜ'' teslim edecek? Ve neden ülkede en yüksek kadın intiharları Batman'da? Neden aile içi şiddet sorununda ve TÖRE CİNAYETİ denen illette ekseriyetle Kürt kökenli insanların yaşadığı iller başı çekmekte? Büyük şehirlerde kapkaç ve bu tür illegal suçları işleyip, elde edilen yasadışı geliri Terör örgütüne aktarma suçu neden hep Kürt kökenli çocuk ve gençlerde görülmekte? Neden, neden, neden?


Kürdüm diyen sizler, acaba bu KUSURLARINIZI hallettiniz mi ki, TÜRKLERİ pervasızca eleştiriyorsunuz? Size yer, yaşam hakkı, hak-hukuk vermekten başka ne yapmış bu ülkenin vatandaşları?




Güzel bir atasözü vardır. ''GÖZÜNDEKİ ÇÖPÜ GÖRMEZ, ELALEME ŞAŞI DER!''




Bu özlü söz ülkemizin içine düşürülmeye çalışıldığı ''Kürt fesadını'' ne de güzel anlatıyor değil mi?


HAKAN ÇELİK


20 Haziran 2009 Cumartesi

Asıl tehlike kuş gribi değil puşt gribi


Asıl tehlike kuş gribi değil puşt gribi


Tüm dünyayı önce kuş, sonra domuz gribi korkusu sardı. Kuş gribi ile yatıyor, kabuslarımızda keneler tarafından ısırıldığımızı görüyor, domuz gribi ile uyanıyoruz.
Tüm bu korkuların ve biyolojik saldırı mıdır, değil midir tartışmalarının arasında ise, insanın yaradılışı kadar eski ve o derecede yaygın bir hastalığı es geçiyoruz: Puşt gribi.
Puşt gribi(Bir rivayete göre latince adı homo homini lupus), çok uzun kuluçka dönemi olan bir hastalık.
Her insan bu hastalık mikrobunu doğuştan taşıyor ve hastalık yıllarca kendini belli etmeden kalabiliyor.
Hastalığın kendini belli etmesinde pek çok etmenin rol oynadığı öne sürülse de, tüm uzmanlar İktidar, makam, şöhret ve paranın hastalığın kuluçka evresinden çıkmasında en önemli faktörler olduğunda hemfikir.
Hastalığın her meslek grubundan, her toplum katmanından insanda görülebildiği yadsınamaz bir gerçek iken, politikacılar, devlet görevlileri, medya mensupları ve emrinde çalışanı olan tüm meslek mensupları en fazla risk altında çalışanlar olarak anılıyor.
Hastalık sağcı/solcu, ilerici/gerici, mümin/ateist, türk/fransız ayırt etmiyor.
İlkokul mezunu "solcu" bir "işçi", milletvekili seçildikten sonra puşt gribi aktive oluyor, her dönem yayımlanan meclis kataloğunda meslek hanesine "sendikacı" yazdırıyor.
Bir kaç yıl evveline kadar kıçında donu olmayan "mütedeyyin politikacı", birdenbire edindiği aşırı malvarlığından dem vurulduğunda puşt gribi kapmışım diyeceği yerde, "müslümanlar zenginleşmelidir" diyebiliyor.
Yıllardır birbirleri ile rekabet ediyormuş gibi görünen, ama aslında rekabet ediyor göründükleri televizyon reklamlarında "Sabit telefon bizden sorulur, cep telefonu rakibimize emanet", "Cep telefonu bizden sorulur ama sabit telefonda Allah için rakibimiz çok iyidir" diye birbirlerini büyüten... İş gerçek rekabete geldiğinde de, halka tüm vergiler dahil şu kadar diyerek müşteri çektikten sonra bunun 8-10 ytl üzerinde fatura gönderen birbirinden beter "bilişim(telekom lafı ayağa düştü ya!!)" şirket yöneticilerimiz...
Hadi bir de çok yakın çevremizden bir örnek de biz verelim. Yılların imamı, geliyor bir akraba ziyaretinde "politikaya atılacağım, belediye başkanlığına adaylığımı koyacağım" diyor. Bunu yakından tanıyan, saflığını bilen yaşlı akrabaları "Evladım bu politika para işidir, sen imam maaşınla neyine yetirebileceksin?" deyince; uyanık mütedeyyin partili dostlarından kaptığı puşt gribinin etkisi ile, "Bir müteahhit sponsor bulacam kendime, seçilince ona birkaç ihale vericem, bu işler böyle dönüyor" deyiveriyor. Akrabaları da dövmekten beter ediyorlar.
Sonuç? Sonuç ne olacak. Bu hastalığın ne çabuk yayıldığını bilen yılların kurt politikacısı başbakan çıkıyor, "Biz şımardık, halk bizi cezalandırdı" mealinde açıklama yapıyor. Ne yapsın adamcağız, açık açık "Partililerim puşt gribi oldu, şakşakçılar her yeri sardı" mı desin. Bu millet "delikanlılığı" sever. Zaten o partiyi hala iktidarda tutan olgunun da şahsında somutlaşan bu "delikanlılık" olduğunun fazlası ile bilincinde. Puşt gribi kapanlara karşı "Arınç" ilacı kullanmaya çalışması da bunun göstergesi. Lakin "şakşakçılar" sardı, çok geç oldu gibi geliyor bize.
Hastalık, özellikle devlet memurlarında çok daha karmaşık olgularla karşımıza çıkıyor.
Amirlerinin önünde son derece kişiliksiz, sünepe bir adam bakıyorsunuz, maaşını vergisi ile ödeyen, hizmet etmekle yükümlü olduğu vatandaşa etmediğini bırakmıyor, bir de "nerede olduğuna dikkat et" diyebiliyor. Bir de bunların üniformalı olanları var ki ... Valla karılarından başka kimseden korkmazlar. Hiç girmeyelim o konulara, hassas iş!
Dedik ya! Bu hastalık özellikle "kamusal alanda" çok komplikasyon yaratabiliyor. Mesela "kamusal hizmet" almaya giden bir bayanın, "Hanım hanım! Burası kamusal alan! Donunu çıkar öyle otur! Kanun var nizam var!" cevabı aldığını düşünebiliyor musunuz?
Siz inanmayın, kamusal alan sahipsiz sanın bakalım. İster don çıkarttırırlar adama, ister sütyen. Kurumların kuralları olur arkadaş!
Bir de "şahs-ı maneviciler" var: "Biz şahs-ı maneviyi de, onları oluşturanları da seviyoruz, ama hastalık tehlikesi var. İyi amaç için herşey mübah değildir. Bu hastalığın şakaya gelir tarafı yok! Yapmayın etmeyin!" dedikçe, "Şahs-ı manevi hata yapmaz. Şura, meşveret" diyorlar.
Şahs-ı maneviler hata yapmasa, en önce 4 halife devri bitmezdi. Ashab-ı Kiram`dan daha büyük şahs-ı manevi var da, biz mi bilmiyoruz?
Kiminle neyin meşveretini yaptıklarını ise kendilerinden başka kimse bilmiyor. Birey dediğin nedir ki zaten! Çok samimi bir şekilde merak ediyoruz, bu şahs-ı maneviciler, örneğin Üstad Bediüzzaman"ın ilk zamanlarında yaşasa idi, O`nu "Bir bireydir, nedir ki, kimdir ki, cemaatlere cemiyetlere karşı tek bir kişinin etkisi ne olabilir ki! Yalnızdır! Ciddiye alınmayaa" derler miydi, demezler miydi?
Bir üstadı düşünüyoruz, ataklığını, cesaretini, sözünü esirgemezliğini, civanmertliğini ...
Bir de "talebesi olduğunu iddia edenlere" bakıyoruz. O`na benzemeliler değil mi? Allah gecinden versin, o başlarındaki mübarek bir giderse, bu kafa ile ... (Allah`ım, bizi utandır, hep doğru olsunlar, yanıldık diyelim, özür dileyelim, kardeşlerimiz büyüklük göstersin. Samimi duamızdır.)
Bir gazetede, bir başyazar, belki yaşlılığın verdiği de bir etki ile eleştirinin dozunu fazla kaçıran başka bir başyazara : "Biz de senin evinin pis olduğunu mu yazalım" dedi. Biz o gazetenin okuru olarak utandık!
Bu şahs-ı maneviciler iki kısım.
İlk anlattığımız, "kardeşlerimiz olan şahs-ı maneviciler" idi.
Bir de, "Hastalık merkezi" olan şahs-ı maneviciler var.
Kişisel gözlemimiz, "Kardeşlerimiz olan şahs-ı manevicilerin", "puşt gribinin asıl merkezi" olan diğer şahs-ı maneviciler ile bir "aşk-nefret" ilişkisi içinde olduğudur.
Dizilerde kitaplarda şurda burda devamlı olarak "Diğer şahs-ı maneviciler şöyle şer odağı böyle hastalık merkezidir" diyorlar, sonra bakıyoruz, yöntem olarak onlar ne kullanıyorsa, aynını taklit ediyorlar. Bu kesinlikle kötüdür demiyoruz, belki böyle yapılması gerekiyordur, ama "zıdlarına dönüşmeleri" olasılığı bizi endişelendirmiyor değil.
Bizimkilerin bir tür aşk beslediği diğer şahs-ı manevicilere gelince : Onlar kötüüüüüüüüüü! Cısssssss! Ciddiyiz! Gerçekten kötü! Hastalığın mikrobunun sanki yaşatılması için uğraşıyorlar. Onlardan çok bahsetmek bile iyi değil!
Başka örneklere geçelim. Devlet, bu gribin yayılması için acaip verimli bir ortam.
Mesela, bir kaç yıl evvel, adamın biri çıktı, "Türk ordusu peygamber ocağı diyorlar. Peygamber ocağı falan değildir" deyiverdiydi. Biz de çok merak ettiydik, "Acaba muvazzafken mi kaptı hastalığı?" deyu. Allah vere, Genelkurmay Başkanımız resmi olarak "Türk Ordusu Peygamber Ocağıdır. Türk askeri Mehmetçiktir." deyiverdi de, şüphelerimiz izale oldu.
Bir dizi seyrettik dün akşam TRT`de. Kurtlar Vadisi konseptinde, "Ayrılık" diye bir dizi.
Senaryoya alakasız bir şekilde -Eskiden Beyoğlu`nda bazı sinemalarda, film normal seyrinde iken, birdenbire araya porno filmden birkaç dakikalık bir parça konur, sonra film aynen kaldığı yerden devam ederdi, o hesap- bir sahne sokuşturulmuş, dikkatimizi çekti:
Patronu bir kızı durup dururken aşağılıyor, sonra da "Gurursuzsun sen! Buna hiç tahammül edemem" diyor. Allaaah Allaaah. Gel de çık işin içinden. Ne bu? Eski Türk filmlerine ağıt mı?
Hayır, bunun derdi daha farklı sanki. Senarist bir kaşıntısını anlatıyor gibi: "Evet tuzun kuru tabiii.... Sen zenginsin. Ben fakirlikten nelere katlanıyorum vs.vs.vs.!"... Ve istifa ediyor. İş daha da değişiyor. Bu bize eski Türk filmi nostaljisinden çok, Elia Kazan`ın "rıhtımlar üzerinde" filmini hatırlattı.
Türk halkına verilmek istenen mesaj nedir? "Fakirlik(yoksa başka birşey de imge olarak fakirlik mi seçilmiş?) dolayısı ile sünepelik, gurursuzluk" mübahtır. Varsın istediklerini söylesinler. Halden anlamayan sapık onlar" mıdır? Her sünepeliğin, gurursuzluğun sebebi fakirlik midir? Bu eleştiriyi yöneltenler başkalarını aşağılamaktan hoşlanan ruh hastaları mıdır?
Bu millet en fakir zamanında onurundan, duruşundan taviz vermedi. Şimdi saçma sapan bilinçaltı mesajları ile bunu mu değiştireceksiniz aklınız sıra? Amaç için herşey mübahtır diyen bir zihniyet mi isteniyor?
Devletin televizyon kanalı eliyle millete puşt gribi pompalamanın alemi yok!
Evet bu satırların yazarı dahil, herkesin bünyesinde doğuştan var olan bir mikroptur bu ama ... Hastalığı tüm topluma yayılacak biçimde zorla açığa çıkartmak kimsenin hakkı da haddi de değil!

İsmail Kizir

Türkçeyi korumak


Türkçeyi korumak için lisenin 260 öğrencisinin tamamı en az bir şiiri ezbere biliyor.

ORDU(CİHAN)-

Karadeniz`in kırsal bir bölgesi olan Ordu`nun Kabataş ilçesi Alankent Çok Programlı Lisesi`nde öğrencilerin tamamı şiir ezberliyor. Alankent Çok Programlı Lisesi`nin 260 öğrencisinin tamamı Türkçeyi korumak ve hizmet etmek için en az bir şiiri ezbere biliyor.
Öğrenciler uygulamadan çok memnun. Ezberinin zayıf olduğunu belirten Gülnazik Aksu, ezberinin kolaylaştığını ifade ederken, Zeynep Andiç ise şiir okumanın insanı rahatlattığını aktardı. Uygulamadan sonra şiir yazmaya başladığını anlatan Aytekin Çelik ise herkesin Türkçeye sahip çıkması isteyerek, `O kaybolursa biz de kayboluruz endişesi taşıyorum.` dedi.
Deniz kenarına 1,5 saat mesafede olan beldede Alankent Çok Programlı Lisesi`nin 260 öğrencisinin tamamı hem Türkçe`yi korumak hem de kendi türkçelerini geliştirmek için şiir ezberliyor. Okulun öğrencileri sık sık `biliyoruz ama ifade edemiyoruz` diye öğretmenlerine dert yanınca öğretmenler, bir dizi teklif içinde öğrencilere şiir ezberletilmesine karar vermiş. Lise öğrencilerinin tamamı en az bir şiiri ezbere biliyor.
Okulun sınıflarının kapısında da Türkçeyi doğru kullanmak ile ilgili yine öğrenciler tarafından hazırlanan panolar var. Bir sınıfın kapısında `Türkçe eriyor` yazarken bir diğer sınıfta `Türkçenin bir eksiği yok` ya da doğru yanlış kelimeler cetveli gibi panolar dikkat çekiyor.
Alankent Çok Programlı Lisesi`nde öğrencilerin sadece şiir ezberlemeleri yeterli görülmemiş. Onların topluluk karşısında kendilerini ifade edebilmeleri için de bir uygulama düşünülmüş. Buna göre, her sabah törenden önce kura çekiliyor ve numarası çıkan öğrenci diğer öğrencilerin huzurunda şiirini okuyor. Öğrenciler kendi aralarında ilginç oyunlar da geliştirmiş. Alankent Çok Programlı Lisesi`nin öğrencileri okulun bahçesinde şiir okuyarak onların ne anlama geldiğini tartışıyor. Kimilerinin ilk kıtası ile başladığı şiiri diğerleri devam ettiriyor. Bu durum öğrencilerin kendi aralarındaki oyunlara konu olmuş. Onlar, kimi zaman dersleri biraz gerileyen arkadaşlarına Aşık Veysel`in Nasihat adlı şiirinden `Adım at ileri, geriye bakma!/Bir sağlam iş tut, elden bırakma!` mısraları ile, kimi zaman biraz haylazlık yapan arkadaşlarına Cahit Sıtkı Tarancı`nın `Gençlik Böyledir İşte` şiirinden `Ne yaptın tarlanı, nerede hasadın?/Elin boş mu gireceksin geceye ?... Ah o kadrini bilmediğim günler,/Koklamadan attığım gül demeti,/Suyunu sebil ettiğim o çeşme,/Eserken yelken açmadığım rüzgâr` mısraları ile, kimi zaman da halini soran arkadaşlarına Yahya Kemal`in `Duyuş ve Düşünüş` adlı şiirinden `Zihnim düşünceden dağınık gözlerim dolu` mısrası ile cevap veriyor.
Öğrenciler de uygulamadan çok memnun. Ezberinin zayıf olduğunu belirten Gülnazik Aksu, ezberinin kolaylaştığını ifade ederken, Zeynep Andiç ise şiir okumanın insanı rahatlattığını aktardı. Uygulamadan sonra şiir yazmaya başladığını anlatan Aytekin Çelik ise herkesin Türkçeye sahip çıkması isteyerek, `O kaybolursa biz de kayboluruz endişesi taşıyorum.` şeklinde konuştu.
Bu uygulamaya ilk başlarda karşı çıkan Bahar Çilez`in anlattıkları ise hepsinden farklı ve anlamlı. Okula sonradan geldiğini ve arkadaşlarının şiir ezberlediğini gördüğünü dile getiren Çilez, `Ben buna çok tepki gösterdim. Çünkü bunun ezberci eğitime girdiğini düşünüyordum. İlk şiir dağıtıldığında hiç tanımadığım bir şiirdi ama okuldaki herkes o şiiri ve şairi biliyordu. Onların arasında kendimi dışlanmış gibi hissetim. Benim değil, onların sorunlu olduğunu düşünüyordum. Ama gittim internetten araştırdım, o zaman anladım ki arkadaşlarım haklı. O şairi tanımamak benim ayıbımmış. Bunu gördüğümde Türk olmanın gereğini yerine getirememenin eksikliğini yaşadım. Şimdi en büyük hayalim kendi şiir kitabımı çıkarmak. Dilerim bir gün benim şiirlerim de okullarda okutulabilir.` diye konuştu.
Belki de Türkiye`de öğrencilerinin tamamının şiir bildiği tek okulun Alankent Çok Programlı Lisesi olduğuna dikkat çeken Okul Müdürü İsa Çetin, şunları ifade etti: `Esasında Türkçeyi sevdirmeyi, düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilmeyi, hayal güçlerini geliştirmeyi amaçladık. İnsan kelimelerle düşünür, hafızada ne kadar kelime varsa o kadar düşünce geniş olur gerçeğinden hareket ettik. Uygulama sonucunda aldığımız geri dönüşüm, gözlemlerimiz, öğrencilerimizin `biliyoruz ama anlatamıyoruz` şeklindeki şikayetlerinin azalması eğitimci olarak bizi memnun ediyor.` (CİHAN)


Şiire Hasret

Şiir, son yıllarda bir hayli gündemde. Gerek radyo ve televizyonlarda ve gerekse hemen her hafta sonu özellikle İstanbul`un çeşitli semtlerinde tertib edilen şiir günleri sebebiyle bir manada varlığını devam ettirmektedir. Şiire ilgi ve sevgisinin yoğunluğu elbette memnuniyet vericidir. Ancak şiir namına yazılan ve okunanların ne kadarı şiirdir. Pek çok kimse şiir yazdığını, şair olduğunu gayet rahat dile getirerek meydanlara çıkabiliyor. Yazdıklarını gayet rahat okuyup, dinletebiliyor. Yazık ki ortaya gerçek manada şiir namına bir şeyler çıkmıyor. Birileri anlaşılmamak sıraladıkları sözlerle, birileri ise gayet net anlaşılmalarına rağmen şiiriyetten yoksun, alt alta sıraladıkları uzunlu kısalı mısralarla büyük büyük laflar ederek şiir yazdıklarını sanıyorlar. Ölçüden, ahenkten, aynı şiir içinde dilbirliğinden, zevk ve estetikten yoksun, şiir bilgisinden bihaberler. Onsekiz yirmi yaşlarındaki gençler söz konusu olsa bunları hoş görmek mümkün elbette. Fakat üçüncü beşinci kitabı doldurmuş belli bir birikimi olması icabedenler olunca doğrusu yadırgamamak imkansız. Biraz bu konuların kenarında köşesinde bulunan biri olarak hafızamı yokluyorum, son yirmi otuz seneye bakıyorum, şiirleriyle varlık gösterebilmiş, beş-on kişi sayabiliyorum. Oysa bu zaman zarfında yüzlerce dergide binlerce şiir neşredilmiş, yüzlercesinin şiirleri kitaplaşmış olmasına rağmen üzerinden birkaç yıl geçmeden unutulup gitmişlerdir. Esasen şiirle uğraşanların bunun sebeplerini düşünmeleri araştırmaları icabeder. Neden bu kadar çok şiirden, şairden birileri veya bazıları öne çıkıp arada bir de olsa hatırlanır özellikler taşımıyor? Şiir kitapları satmıyorsa, okuyucu bulamıyorsa sebebi nedir? Bazı dost sohbetlerinde pek ala şiirler okunuyor, şairler tartışılıyor, şiirlerinin özelliklerine mısra yapılarındaki güzelliklerle, sanat incelikleri konuşuluyor. Söz konusu sohbetlerde şiirleriyle gündeme gelenler, Necip Fazıl, Faruk Nafiz, Yahya Kemal, Nedim, Baki, Fuzuli, Yunus ve benzerleridir. Gazete, dergi, televizyona ve radyolarımızda adını saydığımız bu gerçek şairlerin isimleri seneden seneye bir iki defa ancak zikredilir olmasına rağmen, bıraktıkları eserler sebebiyle varlıklarını devam ettirirler. Bir tarafta günümüz şairleri kitaplarının satılmadığından, şiirlerinin okunmadığından şikayet ederlerken, diğer taraftan isimlerini saydığımız şairlerimizin eserleri hafızalarda tazeliğini koruyor eserleri takip ediliyor, okunuyor. Sanatın mana ve mahiyeti hakkında sıhhatli malumat olmadıkça, aşkı ve zevki bilinmedikçe, heveskar olmaktan ileri geçilemez. Belki günümüz şairleri eski şiirimizi dil yapısı itibariyle anlamakta sıkıntı çekerler, ama Bir Necip Fazıl`ı veya Faruk Nafiz`i, Ziya Osman Saba`yı, Ahmet Hamdi Tanpınar`ı, anlamadıklarını söylemeleri her halde mümkün değildir. Zaman zaman bu şairlerimizin şiirlerini biraz okusalar herhalde şiirin hem zevkine varacak hem de tekniği itibariyle şiirin nasıl olması lazım geldiğine dair bilgi sahibi olacaklardır. Necip Fazıl`ın Bu Yağmur şiirinde olduğu gibi. Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince, Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur. Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince, Aynalar yüzümü tanımaz olur. Veya Faruk Nafiz`in Alçıdan Heykel, Tanıştığım günden beri enginle Bir taşın üstünde hayale daldım. Bulacaksın koymuş gibi elinle, Ben nerde doğmuşsam o yerde kaldım. Tanpınar`ın Bursa`da Zaman`dan Bursa`da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve minarelerinin ilahisi... Sesi, musıkisi, ahengi, dili ve konusu itibariyle okuyucunun dimağında bir lezzet bırakan, okuma arzusunu besleyen, bununla beraber muhayyilesini genişleten bütünlük içinde yazılmış şiirler bunlar. Dolayısıyla güzel örneklerdir ki, biz rastgele elimize geleni kaydettik buraya. İlgililer bileceklerdir ki bu şairlerin çok bilinen ve dillerden düşmeyen başka şiirleri var. Netice olarak günümüz şairlerinden de sık olmasa bile arada bir şiir bekliyoruz. Vizyondan ne haber! Son Samuray Yüzbaşı Nathan Algren akıntıya kapılmış bir adamdır. Bir zamanlar katıldığı savaşlar artık uzak ve anlamsız görünmektedir. Geçmişte onuru ve ülkesi için yaşamını tehlikeye atmıştır, ama, Kuzey-Güney Savaşından bu yana geçen yıllarda dünya değişmiştir. Cesaretin yerini pragmacılık ve kişisel çıkarlar almıştır ve onur kavramı hiçbir yerde bulunmamaktadır; hükümetin Kızılderililere yönelik yürüttüğü kampanyadaki hafife alınamayacak rolü onu içinden çıkılamayan bir duruma ve sonu gelmez bir arayışa sürükleyecektir. Evet Washita nehri kıyılarındaki acımasız düzlüklerde bir yerde Algren, ruhunu kaybetmiştir. Bir evren uzakta, belki Japonya kadar uzakta bir başka asker, Algren`in yaşam şeklinin parçalanmakta olduğunu hissetmektedir. Bu kişi, eski samuray disiplininden gelen ve yaşamlarını İmparator ve ülkelerine adayan savaşçıların son lideri Katsumoto`dur. Tıpkı Batı Amerika`da modern yöntemlerin eskilerinin yerlerini alıp, Kızılderilileri köşeye sıkıştırıp yok etmesi gibi, geleneksel Japonya`yı da yutmaktadır. İlerlemeyi getiren telgraf hatları ve demiryolu artık samurayların asırlardır uğrunda yaşadığı ve öldüğü değer ve kuralları tehdit etmektedir. Ama Katsumoto savaşmadan yenilgiyi kabul etmeyecektir. Büyümekte olan Japon pazarına kur yapan Amerika tarafından gözleri boyanan genç Japon İmparatoru`nun ülkenin ilk modern ordusunu eğitmek için Algren`i kiralamasıyla, bu iki savaşçının yolları kesişir. Ama daha Batılı ve ticaret dostu bir hükümet kurma uğrunda samurayları ortadan kaldırma çabasında İmparator`a danışmanlık yapan Algren, hiç ummadığı halde samuraylardan çok etkilenir. Samurayların güçlü inançları, onur, cesaret kavramını yorumlayışları ona kendi geçmişini hatırlatmıştır. Zorlu ve tanımadığı bir ülkeye, hayatı ve daha önemlisi ruhuyla birlikte saplanıp kalan bu kafası karışık Amerikan askeri kendisini iki dönem ile iki dünya arasında şiddet yüklü ve destansı bir mücadelenin içinde bulur; bu yoldaki tek rehberi ise onur duygusudur. Yüzbaşı `şinto`yu(Japon dini) öğrenecek ve kaybettiği şeyleri çok geçmeden kimonolar(Japon geleneksel kıyafeti) içindeyken bulacaktır. Sadakat, vatanperverlik, cesaret, şeref, fedakarlık ve kahramanlık üzerine son zamanlarda yapılmış en dokunaklı, en görkemli, en `esaslı` filmlerden biri, yüksek kalibre bir prodüksyon ve `Gladyatör`, `Son Mohikan`, `Cesur Yürek` gibi filmlerle birlikte anılabilecek son dönemin en başarılı sinema örneklerinden biri. Tabii destansı sahnelerin mucidi yönetmen Edvark Zwick ve Cesur Yürek filminden aşina olduğumuz görüntü yönetmeni John Toll`ün unutulmaz işleri de ayrıca takdiri hakediyor. Kayıp Balık Nemo Okyanusun tehlikeden uzak bir köşesinde ailesi için güvenli bir yaşam kuran Marlin günün birinde bir saldırıda eşini kaybedince oğlu Nemo`nun üzerine gereğinde fazla düşerek onu okyanusun tehlikelerinden korumaya çalışır. Marlin`in bu çabası Nemo`nun kendisini yetersiz hissetmesine yol açar ve Nemo`nun bir gün kendini ispat etmek için yaptığı kaçamak, balık avcılarının filesinde son bulur. Marlin, balıkçıların yakaladığı oğlunu bulmak için okyanusun yüzgeç değmemiş yerlerini kulaçlarken Nemo çoktan bir dişçi ofisinin akvaryumundaki yerini almıştır. Disney ve Pixardan baba-oğul ilişkisi üzerine sıcacık, sevimli, eğlenceli bir film. Şimdiden `Aslan Kral`ın rekorunu kurşun hızıyla geçen film animasyon dünyasının katettiği baş döndürücü mesafeyi göstermesi açısından da oldukça ilginç. Bu yılın iddialı yapımlarından `Kayıp Balık Nemo` görülmeyi hakediyor. Neredesin Firuze Filmi biz de diğer basın mensubu arkadaşlarla eş zamanlı olarak gördük. Fakat gördüklerimiz içinde sizlere sunmaya değecek bir şey olduğunu düşünmediğimizden herhangi bir şey yazma lüzumu duymuyoruz.

Vakit http://www.vakit.com.tr

12 Nisan 2009 Pazar

Sigara tiryakisine kötü haber



http://kursunsabriomer.blogspot.com
Sigara tiryakisine kötü haber

http://kursunsabriomer.blogspot.comAA Giriş Saati : 12.04.2009 14:42


Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Leyla Sağlam, ABD'de yapılan bir araştırmanın, kanserojen etkisi kanıtlanan sigarada bulunan gözle görülmeyen birçok partikülün enfeksiyon hastalıklarına da neden olduğunu ortaya çıkardığını bildirdi...

Doç. Dr. Sağlam, ABD'de sigara filtrelerinin üzerindeki tütün taneciklerinde bakteri üremesinin sigara kullanıcıları için potansiyel bir risk olup olmadığı yönünde bir araştırma yapıldığını ifade etti. Araştırmanın sonuçlarının yayımlandığını ve Türk Toraks Derneği'nin Antalya'da düzenlenen 12. Yıllık Kongresi çerçevesinde ''Yılın Makalesi'' adı altında duyurulduğunu belirten Sağlam, araştırmanın, sigaranın kanserojen etkisinin yanı sıra enfeksiyon yönüne de işaret ettiğini vurguladı.

Sigara içinde 4 binden fazla zararlı madde olduğunu, bunun yanı sıra yapılan araştırma sonucu içilen sigarada gözle görülmeyen birçok partikülün bakteri ve endotoksin barındırdığının tespit edildiğini anlatan Sağlam, bu tespitin bugüne kadar hastalarda sebebi bilinemeyen ve teşhisi konulamayan, akciğer ve ağız enfeksiyonlarının da nedeni olabileceğine işaret etti.

Hastalıklara neden olan bu bakterilerin, tütünün üretildiği, kurutulduğu ortamlara bağlı değiştiğine de değinen Sağlam, şöyle konuştu:

''Araştırmada, ABD'nin popüler 8 sigara markasından örnekler alınıyor. Bu örnekler, altı yıl depoda beklemiş sigaralarla karşılaştırılıyor. İlk 24 saatin ardından tüm örneklerde yüzde 92,9 oranında bakteri ürediği görülüyor. Sigarada kullanılan tütün gelişmekte olan ülkelerden geliyorsa, tütünde bu ülkede görülen türde bakterilere rastlanıyor. Burada sigaranın paketlendiği ve ulaştığı yerler, tutulduğu ortamlar da önemli.''

Leyla Sağlam, tütünün yıkanan bir ürün olmadığını, toplandıktan sonra çeşitli yöntemlerle kurutulduğunu hatırlatarak, bu kurutma işleminde zaman zaman sorun yaşandığını söyledi. Sağlam, ''Yapraklar halinde ipe dizilen tütün, bir katman oluşturur. Bu katmanlar arasında yeterli kuruma sağlanmazsa, küf dediğimiz mantar türleri oluşur'' dedi.

4 BİN ÇEŞİT ZEHİR VE MANTAR TÜRLERİ CİĞERE ÇEKİLİYOR

Sigara içen kişinin, 4 bin çeşit zehirin yanı sıra bu mantar türlerini de ciğerine çektiğine vurgu yapan Sağlam, şöyle konuştu:

''Akciğerlerle sindirim sistemi birbirinden farklıdır. Çünkü sindirim sistemi nispeten steril değildir. Ancak akciğerler tamamen steril ortamlardır. Dolayısıyla bu steril ortama bakteri koyduğunuz zaman hastalıklara neden oluyor. Sigara içen kişiler sigaradaki yüksek sıcaklığın bu bakterileri öldüreceğini de düşünebilirler, ama ne yazık ki bu yüksek sıcaklık bu tipteki bakteriler ve mantarların ölmesine yetmiyor.''

Sağlam, bu riskin sadece sigara için geçerli olmadığını, puro, pipo ve çiğneme tütününde de bakteri ve mantar riski bulunduğuna dikati çekti.
http://kursunsabriomer.blogspot.com

4 Nisan 2009 Cumartesi

Soba yakmayı hapishanede öğrendim




25 Mart 2002
Ayşe ARMAN  aarman@hurriyet.com.tr


Soba yakmayı hapishanede öğrendim


Dün Nail Keçili'nin Kartal Özel Tip Cezaevi anıları vardı, bugün sıra Ulucanlar'dan tutukluk notlarında...


Keçili, cezaevinde yaşadıklarını iki kitapta topladı. Mahkeme devam ettiğinden henüz piyasaya çıkmayan kitaplarını, İngilizce, Almanca Fransızca olarak da bastırmayı düşünüyor.


Peşine düştüğüm gardiyanı, dehliz gibi koridorlarda takip ederken, hayal dünyasında gibiydim. Kafamı tavana çarpmamaya çalışıyordum. Sanki birazdan önüme ayakları prangalı, birbirine zincirlenmiş adamlar çıkacaktı. Hayatımda ilk defa bu kadar çok korktuğumu anladım!

Tam bir söz söyleceğim, gırtlağım tıkanıyor, yeniden ağlamaya başlıyorum. ‘‘Bak'' dedi Müdür Bey, ‘‘Zaman içinde alışacaksın. Bu koridorda üç koğuş var. Birinde Murat Demirel kalıyor. İstersen seni Murat'ın koğuşuna vereyim. En iyisi odur...''

‘‘Televizyonlardan izliyorduk seni. Geleceğini biliyorduk. Yerini bile hazırladık'' dedi Murat Demirel. Sonra 15 metre karelik avluya çıktık. Beni orta yere oturttular. Murat Demirel, hafifçe şakalaşarak elektrikli makinayla saçlarımı sıfır numara kesti...

Egebank olayında hiç hata kabul etmeyen Murat Demirel'i yakından tanımayanlar, ona 35 yaşında diyemezler. Üzerine sinmiş, herşeyi bilen tecrübeli ifadesi ve görüntüsüyle, bana bile orta yaşlı bir insanı çağrıştırmakta...

Nev-i şahsına münhasır, benim bile hala doğru dürüst tanıyamadığım biri. Başını omuzunuza dayayarak şefkat isteyen bir Murat Demirel'in, beş dakika sonra ‘‘Benim paramla yaşıyorsun. Sana artık para vermeyeceğim. Başının çaresine bak...'' demesine hayret etmemek gerekir. Randevularına geç gidişi, insanları bekletme huyu, bence hep bu hükmetme alışkanlığından kaynaklanıyor. Temel karakteri ‘‘ben merkezcilik'' üzerine inşa edilmiş bu genç adam, buna karşılık inanılmaz merhametli.

Benim iş ilişkisinde bulunduğum patron ve yöneticileri, kişisel dostlarımdan ayırmam çok zor. Tanıtım sorumluluğunu üstlendiğim bir kuruluşun sahip ve yöneticileriyle mesafeli duramam. Reklamını yaptığım ürün ve hizmeti, o işin patronunun kişiliğinden soyutlayamam. O patron, malın dümenindeki kişi. Onunla ne kadar yakın durursam, başarılı olma şansım da o kadar artır.

Anlayamadığım, Ayşe'nin (Demirel) neden hapse atıldığı. Bana yazdığı notlardan çıkardığım, en büyük arzularından biri şu: ‘‘Sizlerle hiç olmazsa ayda bir kez, bir saat buluşabilsek ve biraz medenice konuşabilsek, entelektüel konulardan söz açabilsek..'' Ama elimizden bir şey gelmiyor.

Zaman içinde kendi sistemimizi kurduk. Murat'la ben yağsız, tutsuz tahıl pişiriyoruz. Sabah, yulafa talim ettikten sonra da, gün boyu bir öğün yiyoruz. Ömrüm boyunca vaktimin bir saniyesini bile boşa harcamamak için çırpınan ve bu konuda başarıya ulaşan ben, şimdi vakit geçirmenin yollarını arıyorum!

Volta, çok ciddi kuralları olan bir ritüel. Bir veya bir kaç kişi volta atarken, onlara katılmak için müsaade isteniyor. Dönüşlerde mutlaka yüz yüze gelmek gerekiyor. Üç kişi yürüyorsanız, ortadaki voltacı bir dönüşte bir yüze, öteki dönüşte öteki yüze dönmek zorunda...

Muhteşem bir soba yakma eğitimi gördüm! Sobayı doğru yakmak, iyi randıman almak bir hüner! Boruları sık sık sökmek, içlerindeki kurumları temizlemek ise ayrı bir azap...

Geçen gün duyduğum hoparlörle mal satmaya çalışan satıcının sesi bile beni nasıl heyecanlandırdı, anlatamam! Oysa Arnavutköy'deki evimde yaşarken, hoparlörle zerzevat, kavun, kapruz satan seyyar satıcıların seslerinden rahatsız olur, haporlörlerini kısmalarını söylerdim.

Burada dengeyi bulamazsan, hemen yersin şişi bir tarafına! Senden istenenleri yerine getirmezsen, adamı şişenin üzerine oturtup bir de fotoğrafını çekerler. Hatta seni soyarlar, arkana bir adam geçirip bu kez de öylesini çekerler...

Kabadayıların neden hapishane hayatından sonra daha güçlendiklerini, daha doğrusu, hapishane hayatının nasıl kabadayı yetiştirdiğini burada bariz bir şekilde anlıyor insan...

Bir seferinde Ertuğrul Özkök'e, acı bir ironiyle ‘‘Dilersen buraya bir muhabir yolla. Kısa süreli bir suç işlesin, içeri girsin ve gerçek hapishane hayatını görsün...'' diye mektup yazdım. Çünkü buradaki hayat, dünyanın gerçekten dip noktası. Dışarıdaki birinin bu hayatı hayal bile etmesi mümkün değil!

Gazete sayfaları, ekranlar bu kadar alehiyinize haberlerle dolarsa yapabileceğiniz tek şey var: Kendinizi gebertmek! Bunu da kolay sanmayın, çok büyük cesaret ister. Becerebilirseniz ne ala... Yoksa burada herşeyinizi kaybetmiş, sakat bir adam olarak çıkarsınız. Ondan sonra da nasıl yaşayacağınız Allah bilir!

Hapishaneden çıktıktan sonra ‘‘Ey yüce devletim'' diyorsun, ‘‘Sen beni insan gibi yaşatmıyorsan, siyasilerin piyonu yapıyorsan, ben de kendi başımını çaresine bakarım''. Böylece gayri resmi kanun yapıcı oluyorsun. Kanun yıkıcı oluyorsun. Ama usulünü bildiğin için de bir daha hapse girmiyorsun. Girsen bile süresini biliyorsun. Adaletsizlik insanı başka bir insana dönüştürüyor...


Son durak...

Eğer 9 Canlı Bile olsaydın,
An Fazla 8 Kez Kaçabilirdin Ölümden!
Bil ki 7 Düvele Sultan Dahi Olsan,
kursunsabriomer.blogspot.comYerin 6 Mekân Olacak Sana.
En Fazla 5 Metre Kumaş Götürebileceksin!
Kapatacaksın 4 Açsan da Gözlerini!
Bu 3 Günlük Fani Dünyada.
Azrail’e 2 Kat Olup Yalvarsan da Nafile,
Ecel Geldiğinde 1 Gün Öleceksin! ;
İşte, O An Her şey 0 dan Başlayacak.
Çünkü;ÖLÜM BİR YOK OLUŞ DEĞİL, YENİDEN DiRiLiŞTiR!

Ömer Sabri Kurşun

http://kursunsabriomer.blogspot.com


Bu sayfada

Dakika

Saniye
Misafirim oldunuz




https://kursunsabriomer.blogspot.com[diploma.gif]
Diploma  of  Ömer Sabri KURSUN