Powered By Blogger

GİRİŞ

Düşüncelerim,benim hayatım için seçtiklerim ve değiştirmenin yolu da kabullenmek, herşey için öncelikle şükretmek...
Kocaman bir evren kollarını açmış kucaklamak için bizi bekliyor.
Ve emin olun ki dünya hepimizin etrafında dönüyor...
Belki farkındasınız belki de değilsiniz ama gerçek bu!
Düşüncelerimiz ne ise biz o’yuz...
Yani bugün yaşadıklarınız, geçmişte kendiniz için düşündüklerinizin toplamı!
Gelecekte yaşayacaklarınız ise bugün ki düşünceleriniz ile şekillenecek tabii ki.
Bugün sahip olduğunuz herşeye şükrettiğiniz, teşekkür ettiğiniz ve istemeye devam ettiğiniz sürece...
Sahip olduğumuz(düşünce gücüyle)enerjiyle, olumlu ya da olumsuz düşündüğümüz her şeyi hızla hayatımıza çekiyoruz...
Ve çok ilginç insan bedenindeki enerji miktarı yaşadığı şehri(ne kadar büyük olursa olsun) bir hafta boyunca aydınlatacak kadarmış.
Şimdi geçmişe şöyle bir baktığımda içsel anlamda bunu bildiğimi fark ettim ve farkında olmayarak kullandığımı.
Ama önemli olan farkında olmak dolayısıyla hatırlamayı hatırlamak...
Şimdi farkındayım!

Ömer Sabri KURŞUN

Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma!Taşıyamazlar,kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar...
Üç çeşit dost vardır;birincisi ekmek gibidir her zaman istersin.İkincisi ilaç gibidir lazım olunca ararsın.
Üçüncüsü mikrop gibidir o gelir seni bulur.
*****
Karıncaya sormuşlar; '' nereye gidiyorsun?'',
'' dostuma'', demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca; '' olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş...
Yolunda ölünecek dostlara...


https://kursunsabriomer.blogspot.com
Çeşit çeşit insanlar yanıltmasın sizi;
yalancılar, dürüstler, düz insanlar, zorbalar..
Gülümseyen kalpler arayın, az da olsa etrafı tarayın.
Gözlere mi sakın ha aldanmayın, sözlere hele hiç kanmayın.
Haydi rast gele...
Ş A N S I N I Z A...

25 Ocak 2009 Pazar

ZAM/AN


İnsan, yeryüzüne adımını attığı ilk andan itibaren büyük bir hikâyenin içine doğar.
Sadece insanın değil, her canlının, her nesnenin bu dünyada bir hikâyesi vardır.
İnsanın bazen kendi hayatını yeniden keşfetmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Hava durumundan, spordan, bir dizi ya da filimden, ünlülerden, sosyal medyada ki paylaşımlardan, siyasetten, paradan, ekonomiden, bir başkası hakkında konuşmak kolay...
Asıl zor olan ölümden bahsetmek!
Bir gün bu dünyada ki oynadığın filimde rolün bitecek ve asıl oyun ondan sonra başlayacak…
Bu nedenle bu dünyada geçirdiğiniz süreyi daha verimli kullanmak için ihtiyaç duyduğunuz motivasyonu sağlamak ve hayatın güzelliklerini yeniden keşfetmek adına yaşama tutkunuzu ateşlemek için bazen fırtınalardan geçmeniz gerekir.

Lütfen önce kendinizi düşünün, başkaları için karakterinizden ve ilkelerinizden ödün vermeyiniz. Aynı anda herkesi mutlu edemezsiniz. Denemeye çalıştıkça da kısır bir döngünün parçası olursunuz. İşin sonunda olan size olur, sonra demedi demeyin...
Kaçınılmaz sona geldiğiniz vakit, aklınızdan geçen son düşünceler ne büyük işler başardığınız değil ne güzel ilişkiler kurduğunuz olacak. Sevdiğiniz kadar sevildiğinizi de bilmek isteyeceksiniz. Bu yüzden ona göre davranmaya başlamalıyız.

Şu an önemli olan tek şey zaman. Bu yüzden geçmişe takılıp kalarak ya da sürekli geleceğinizi planlamaya çalışarak zamanını israf etmeyi bırakın. Geçmişi kontrol edemezsiniz ya da gelecekte neler olacağını tahmin edemezsiniz.
Bunu yapmaya çalışmak, yalnızca kontrol edebileceğiniz tek şeyi, yani sizi ortadan kaldırır. Anı yaşamaya bakınız...
Başkalarına en değerli şeyiniz olan zamanını veriniz. Onlara ayıracağınız her dakika, sonsuza dek sizinle beraber olacak anıları yaratmış olacaksınız. Unutmayın, para güzel anıları hiçbir zaman satın alamaz.

Yarını kim bilir sahi? Var mı alanı, satanı?
Örneğin ben: Zamanın içinde sıkışıp kaldım. Gelen günler, geçen günler... Ortada bir yerlerde duruyorum ve dokunamıyorum an'lara...
Dokunamıyorum zamana… Zaman ne çok şeyimi aldı oysa… Ne az şey verdi bana…
Haksız değilmiş küfürlü şiirler yazan şairler.
Haksız değilmiş hiç Can YÜCEL de... Neresinden tutarsam hayatın, elimde sapı kalıyor, elimde çöpü kalıyor. Bunca suç zamanın olamaz, bunca suç yazgının olamaz. Olsa olsa kendi suçumdur işlediğimden bile habersiz olduğum… Ya da ben suçtum işlendiğimden habersiz…
Konuşsak suç, sussak suç… İsyan neredeyse en büyük suç… Varsa yoksa sabır…
Sabret, şükret. Ediyoruz bakalım, ne olacaksa bilmiyoruz... Ya da olanlar oldu, farkına varamıyoruz…

Ne düşünüyorum biliyor musunuz dostlar?
İnsanlık gelişimde bir sıralama hatası yapmıştır: Hayvanlardan önce insanlar evcilleştirilmeliydi.
Düşünüyorum bazen, aklımıza gelebilecek evcil hayvanlar neler mesela?
İşte bunların binlerce yıldır türleri hep evcil kaldı. İnsan nasıl bir hayvandır ki, nesiller arasında böyle uçurumlar var? Biri can kurtarmak için çırpınıyor, öteki can almak için.
Biri yoksula dağıtıyor, diğeri yoksuldan bile çalıyor.

Yok dostlar yok, kirli dünyanın az ya da çok kirlenmiş/kirletilmiş insanları olarak, tüm kabahati ilk insanlara yüklüyorum kendimce. Nasıl bir tesellidir bu bilemem. Ama yaratılışına aykırı hareket eden tek canlının insanoğlu olması sadece benim düşüncem değil sanırım.

"Kendimi anlattığım zaman bile kendimden bir şey gizliydi bir yerlerde. Hislerimi, duygularımı, istediğim dünyayı cümle âleme, kendimi sadece kendime yazdım ben, bak şu mutluluğu bana yazmayan kaderin cilvesine…" demişim vaktiyle dostlar.
İyi demişim. Ama niye demişim o muallakta… “Gökyüzü altında söylenmemiş söz yoktur” demişler ya bende Güneşin altında söylenmemiş cümle kalmasın diye demişim demek ki…

Füruğ FERRUHZAD yaşasaydı kulaklarını çınlatırdım: "Hangi yaşta ölürsek ölelim söylenmemiş cümlelerimiz olacak." demişti.
Haklıymış. Ömür bitiyor, söylenmemiş cümleler bitmedi… Bitmeyecek de… Gerçi, başka bir düşünür de "Yeryüzünde söylenmemiş cümle yoktur" demişti. O da haklı. Ne bileyim işte, böyle ortaya karışık bir şeyler işte.

Bazen kelimeleri yanyana getirmek çok zor olabilir. Bir o kadar tehlikeli ve can alıcı ve hatta can yakıcı satırlar oluşturmaktan korkarız.
Kendi canımızın yanması değildir asıl mesele zira kendimizden geçmişizdir.
Karşımızdaki insanların canını yakmaktan ürkeriz. İşte bu hakikaten en zorudur ve kelimeler yetmez. Şebnem Ferah’ın o çok sevdiğim albüm başlığında dediği gibi ‘Kelimeler Yetmez’...
Ah, keşke yetse yetebilse şu kelimeler. Kelimelere bile hükmetmemiz bu derece zorken kimi anlar vardır. Zamanın durmasını arzu ettiğimiz, hiç bitmesin geçmesin büyüsü bozulmasın istediğimiz...
Ebedi olarak kalsın istediğimiz... Böyle anlarda aklıma Mevlana gelir, zamanın durmasına dair çok güzel bir cümle kurmuştur: “Peki zaman acının en derin yaşandığı anda dursaydı..."

İşte bu çoğumuzun aklına dahi gelmez. Acının en derin yaşandığı anda kimse gerekli sabrı bünyesinde barındırmadığı için o an zamanın durmasını istemez.
Çünkü bu durum bir mükâfat değil daha doğrusu bir ceza gibi gelir o insana. Ama hayat eğer zıtlıklardan mütevellit ise insan bunları da düşünmeli bence.

Yani Rahmetli Barış Manço gibi mi diyelim.
Zaman akmıyor sanki saatler durmuş bugün. Sonsuz yalnızlığımda bir tek sen varsın bugün... Anlıyorsun Değil Mi?

Ve ben naçizane zamanın durmasından yanlı olanların güruhunda değilim. Zaman akmalı hatta hiç durmamalı. Senle zamanda yürümek isteyen elinden tutar ya da omuz verir yürür. İstemezse kendi bilir zamanın gerisinde kalır. Ben ileriye bakıyorum. Kaç saatlik ömrüm kaldığını bilmediğiyim için…
İçerisinde zaman olmayan bir dolap olsaydı içerisine girdiğimizde tahminen çıkamamamız gerekirdi. Çünkü zaman olmadığı için canımızın istediği bir anda veya sıkıldığımız bir zamanda çıkamazdık. Eğer çıkabilseydik ne olurdu, dünyaya göre, dolaba girdiğimiz andan sonra, rastgele bir zamana mı geçerdik, yoksa girmemizle çıkmamız bir mi olurdu?..
Tabi ki böyle bir dolaba girme şansımız yoktur. Çünkü içerisinde zaman yoksa böyle bir dolapta yoktur. Var olan her şeyin bir zamanı vardır, zaman algısı değişkenlik gösterebilir (insan, ışık, ses vs.) lakin bana göre, bir şeyin var olması için zaman bir ihtiyaçtır…

Zaman hep ileri akıyor ve bunu doğuştan biliyoruz: Bebek doğup yaşlanıyoruz ve geçmişe dönüp hatalarımızı değiştirme şansımız bulunmuyor. Ayrıca geleceği bilmiyor, sadece geçmişi hatırlıyoruz ve iyisiyle kötüsüyle hep önümüzdeki maça bakmak zorunda kalıyoruz.

Hiçbir zaman olmayacağını da biliyorum!..
Fakat yine de, her şeye rağmen her şeyi sil baştan yaşayacağım bir hayat sunulsa.
Birde hayatın bir silgisi olsa da, tüm yaşanmışlıklarımı silsem, tekrar baştan yaşayabilsem… Bir yaprak gibi titreyen yüreğime, su serpebilecek pencereler açılsa... Karanlıklara düşen çığlıklarımın içine, tebessümlerin hâkim olduğu bir yaşam girebilse... Ah diye geçmişime bakıp da, nedenlerimle dolu hayatımı bir silebilsem.

Silsem silsem silsem, tüm gücümle, inatla silsem... İç çektiğim günleri, bir hayat silgisiyle yok edebilsem. Edebilir miyim acaba? Yerine yepyeni bir hayat çizsem kendime. Senaryosunu benim yazdığım bir hayat. Geçmişten gelen hiçbir hatanın içinde yer almadığı…
Bu hayatta her yediğim darbeyi, o silgimle yok edebilsem ne güzel olurdu. Yalnızlığıma davetiye çıkaran sancılı ağrılarımı dindirecek bir hayat…
Yok böyle bir hayat silgisi, evet biliyorum yok. Hiçbir zaman olmayacağını da biliyorum.
Hiç bir zamanda olmadı ki. Hiçbir zaman olmayacağını da biliyorum… Zaten biliyorum da öylesine demiştim zaten.
Bize düşen de acılarla, gözyaşı ve hüzünle boğuşmak kalacak, hızla akıp giden zaman içinde yuvarlanan hayatımızda…

Ayşe Kulin’in bir yazısında okumuştum. Değerli yazar şöyle demiş zaman konusunda…
“Mahpusluk, yaşamın akmadığı, zamanın geçmediği, renklerin gözükmediği bir mekânda oturup kalmak olmalı.”
Acaba öylemi yapmak lazım… Mahpus mu olmalıyız. Oturup kalmalı mıyız bir mekânda. Zaman durur mu o zaman. İhtimal vermiyorum. Zaman bir nehir gibi kurur mu? Kurumayacağını elbet biliyoruz. Zamanı sadece Yüce Allah durdurur...

Bazısı için yaşam denen koşuda eski adımlar, üzerine yeniler eklendikçe kıymetlenir; belki de sebebi, daha iyisi olur diye umulurken, aslında en iyisinin geçen zamanla birlikte elden kayıp gidenin olduğunu sonradan anlamaktır.
Herkesin sadece bir sefer geldiği dünyada elbette ki iyiyi istemesi normaldir. Bir sonraki adım kişiye neyi getirecek ya da gelen zaman gidenden daha mı iyi olacak bilinmez. Zaman, ileriye doğru sürüp gider; bunun bilincinde olmak gerek.

Demek istediğim, geride bırakılan zamanı tamamıyla unutup gitmek değil; söylemek istediğim şu ki; yaşam akıp giderken, bizim de zaman denen yolu adımlamamız gerekiyorsa, bunu bastığımız yere bakarak ve bunun doğru olup olmadığını analiz ederek yapmamız gerekiyor. Sizi olduğunuz yere çivileyen ve adım atmanızı engelleyen bir geçmiş, yaşamınızı zorlaştırır çünkü zaman geriye akmaz.

Kısacası mesele zamanın neden ileri aktığını görmek değil, mesele zamanın nasıl aktığını göstermek de değil. Asıl mesele zamanın neden geçmişe akmadığını görmek ve bilmek, anlamak, hayatı akışına bırakmak…
Ne çetin savaşlar verdiğin ya da ne denli zorlu yollardan geçtiğin inan kimsenin umurunda değil. Hayatını başkalarının sana sempati göstermesi için yaşama. Zorluk senin zorluğun, hikâye senin hikâyen… Başrolünü oynadığın bu hikâyeye de; daha gideceğin yerler ve söyleyeceğin sözler elbet olacaktır, bunları ne doğrultuda ilerleteceğinde sana kalmış.

Nazım Hikmet in bu konuyla ilgili sevdiğim bir şiiri vardır:
"En güzel deniz
Henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk:
Henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz
Henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
Henüz söylememiş olduğumdur."

Hindistanlı mistik bir guru olan Osho:
“Her anı sanki başka bir an gelmeyecekmiş gibi yaşa.” Demiş...
Anı yaşamak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.

“Dünle beraber gitti düne ait ne varsa. Bugün yeni şeyler söylemek gerek.” Demiş Mevlana.
“Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değer bir hayat değildir" der, Sokrates.

Önce kendinizi sevin ve anı yaşayın!
Ve hayatı sevin, zaman kaybetmeden sevin…
Sevin çünkü hayat sevince, sevilince güzel ve diyelim ki her bir cümleye,” bu Vatanın sahipleri, yalnızca bu Vatanı karşılıksız seve bilenlerdir… “ Vefa bilene, toprağın altında binlerce kefensiz yatanın kıymetini bilene… Gönül soframdan gönül sofranıza muhabbet olsun...

25 Ocak 2009
Ömer Sabri KURŞUN

23 Ocak 2009 Cuma

Yıldızı ile Parlayıp Yıldızı ile Sönenler...



Bir inanışa göre her insan dünyaya geldiğinde onunla beraber bir yıldız doğarmış. Kimilerinin yıldızı, o kişinin hayat sevincine göre daha fazla veya daha az parlarmış. Ve her yıldız kaydığında bu dünyadan birisi ayrılırmış. Öyle sanıyorum ki bu ayrılış da illa bedenle olmak zorunda değil. Eğer o insanın hayata olan bağlılığı, yaşama inancı tükenirse yıldızı onun bu haline dayanamaz, giderek ışıltısını yitirir ve nihayet kayıp gider. Peki, artık gökyüzünde yıldızı parlamayan insanlara ne oluyor dersiniz?
Ya da bir insan yıldızına sahip çıkabilmek ve onu daima koruyabilmek için neler yapmalı?
Yıldızların arkadaşlığına inanır mısınız? Her yıldızın birbiri ile tanış olduklarına… Arada bir birbirlerine selam verdiklerine, gülümsediklerine, göz kırptıklarına.
- Dikkatli baktığınızda bu göz kırpışları yakalayabilirsiniz bile -. Uzaktaki yıldız dostlarına çeşitli vesilelerle mesaj gönderdiklerine… Hatta Halley Kuyruklu Yıldızının görevi belki de yıldızlar arasındaki bu haberleşmeyi sağlamak içindir. Yani, bizim Halley aslında bir postacıdır belki de…
Yıldızların birbirleri ile böyle bağ kurduklarını düşünmek ne kadar da hoş geliyor değil mi? Peki gökyüzündeki yıldızlarımız arasındaki bu muhabbeti düşünmek dahi bizi mutlu ederken, bizim dünyadakilerle sorunumuz nedir dersiniz?

Düşünelim…
İnsanlar ne zaman konuşmaya başlar?
İlk selamda mı? İlk kelimede mi? Yoksa ilk cümlede mi? Yoksa verilen ilk karşılıkta mı?
İnsanlar konuşmaya, birbirlerini gördükleri o ilk anda başlarlar. Kelimelere ihtiyaç yok. Ya da bir selama bile hacet yok. İnsanlar girdikleri ortama bir bakışla, bir duruşla selam verirler. İnsanlar ilk anda kıyafetleri ile konuşmaya başlarlar. Zihin sür'atli bir çalışma sürecine girer ve karşılıklı etkileşimler hızlı bir biçimde ortamı şekillendirir. İsterseniz buna önyargı deyin, isterseniz ön değerlendirme… Belli bir noktaya kadar kurulan bu hal neticesinde insan karşısındaki ile sözlü iletişime geçmeye karar verir ya da sessiz kalmayı tercih eder. Her halükarda bu da iletişimin bir parçası, başlangıcı ya da neticesidir.
Bu Allah-u Teâla’nın insana verdiği güzel bir nimettir aslında. Yerli yerinde kullanıldığında ve geliştirildiğinde buna feraset de diyebilirsiniz. İnsan bu kabiliyeti ile karşısındakiyle ne şekilde iletişim kurabileceğini düşünse, İzlenimlerini karşısındaki insanla bir şeyler paylaşmak yolunda rehber olarak kullansa Rabbin rızası doğrultusunda hareket etmiş olur. Ve elbette o insan yine bilir ki etrafındakiler de aynı yetiye sahip olarak yaratılmıştır. Bu sebeple akıllı bir kişi, içtimai hayatta nasıl hareket ederse insanların kendisine ılımlı yaklaşacaklarını da bildiğinden giyimi ve kuşamından tutun, jest ve mimiklerine varana kadar her halini ictimaileşme zaruretine göre ayarlar.
Peki, gökyüzünde parlayan yıldızına rağmen insanın dünyada yaptığı şey nedir?
Kıyafetlere bakınız. Yüzlere bakınız.
Bakışlarla karşılaşmak? Hak getire…
Herkeste bir “BEN” havası… “Ben buyum. Ben böyle giyinir, böyle bakar, böyle konuşurum. Beni böyle gör ve ona göre ayağını denk al.”
Daha ilk anda verilen mesajlar belli. Ve ne yazık ki bu hal, genel.

İşte bu sebeple artık insanlar, yıldızlarına inat, otobüslerde konuşmaz oldular. İşte bu sebeple birbirine selam vermez oldular. Bu sebeple bakkal amcalar artık amca değil, “adam”. Bu sebeple “komşu teyze” değil, kadın. Bu sebeple gençler abla ya da abi değil… Ya da yaşlılar için “delikanlı” değil, “evlat” değil. Yaşlılara bile yaşlı gibi davranmıyorsunuz, çünkü onlar da yaşlarını kabul etmiyor. Daha genç havasındalar.. “Nine” ya da “bey amca” değiller. Sıfatlar yok oldu. Renkler yol oldu. İçtimai hayatı olmayan bir topluluk şeklinde yaşıyoruz. Sürüden bir parçayız, kalabalıktan bir parça… Öylesineyiz. Kendi kendimizeyiz. Kendimiz için yaşıyoruz. Arkadaşlıklarımız kendimiz için. İhtiyaç duymasak arkadaşa da gerek kalmayacak sanki. Akrabalıklar çoktan ölmeye başladı.
Yıldızlarımız sönüyor, farkında değiliz. Ve biz ölmeye başladığımızdan habersiz, belki son nefeslerimizdeyiz.
Herkes kendi yıldızının parıltısına o kadar kaptırmış ki, diğer yıldızların varlığının farkında bile değil. Hâlbuki kendi ışığı dahi sahte… Ama onu bile farketmekten aciz.

İnsan; bil ki her yıldızın bir ömrü vardır. Yıldızın kayıp gittiğinde farkettiğin diğer sahte parıltılı yıldızlar senin için tutanak olmayacak. O vakit güneşi aramak da sana fayda vermeyecek. Çünkü boşlukta kaybolacaksın. Gel, yıldızlarımıza ışık veren Güneşi beraber bulalım. İşte o zaman aydınlığın daim olur.
Sadece bir defalık içindeki seni sustur ve dinle. Göreceksin ki dinlemeye başladığın vakit içindeki “asıl sen” konuşmayı öğrenecek. İşte o zaman kâinatta söylenmeye değer neler bileceksin de, bu vakte değin harcadığın ömrüne “ah” edeceksin.
Yıldızınla parladığın doğru,
Fakat,..
Yıldızınla sönmeden evvel Güneşe doğru...

23.01.2009
Ömer Sabri Kurşun


(a)

10 Ocak 2009 Cumartesi

BIRAKMA BENİ







http://kursunsabriomer.blogspot.com/



BIRAKMA BENİ..

Günlerdir ağladım yokluğunda

Bekledim bana geleceğin o günü

Senden uzak olsamda aldırmadım

Hep umutluydum, beklemeye

yeminliydim



Düşünmedim sensizliği, yapamazdım zaten

Sensiz asla olamazdım

Bir eksiklik vardı İçimde,

gittiğinden beri

Dönseydin bitecekti, ya

dönmeseydin...

İşte o zaman da ben bitecektim.



Eğer sen olmayacaksan bu dünyada

Bende olmayacağım...

İstesem bile bunu yapamayacağım

Sensiz asla olamayacağım...



---------------
Ömer Sabri KURŞUN




Sitene ekle

Kelimeler bitermi tükenirmi?










http://kursunsabriomer.blogspot.com/



Kelimeler bitermi tükenirmi

Tükendi işte

Hayat yaşanmasa bitermi

Bitti işte

Mevsim hep sonbaharmıdır

Ilk baharım gecti işte

Ya iki gözüm sevdiğim

Ya kimselere söylemeye kıyamadığım

El oldu işte



Denizlere beraber bakmadıkmı

Bir sigarayı paylaşmadıkmı

Beraber gülüp ağlamadıkmı

Sen benim değilmiydin, bende senin

Eee be sevdiğim

Bitmez diyordun

Bak ! bitti işte



---------------
Ömer Sabri KURŞUN





Sitene ekle

Zafer Türküsü



Zafer Türküsü




Yaşamaz ölümü göze almayan Zafer, göz yummadan koşar da gider. Bayrağa kanının alı çalmayan Gözyaşı boşana boşana gider!





Kazanmak istersen sen de zaferi Gürleyen sesinle doldur gökleri Zafer dedikleri kahraman peri Susandan kaçar da coşana gider.





Bu yolda herkes bir ey delikanlı Diriler şerefli ölüler şanlı Yurt için döğüşen başı dumanlı Her zaman bu şandan, o şana gider.




Faruk Nafiz Çamlıbel

ADIM SONBAHAR












ADIM SONBAHAR



nasıl iş bu

her yanına çiçek yağmış

erik ağacının

ışık içinde yüzüyor

neresinden baksan

gözlerin kamaşır





oysa ben akşam olmuşum

yapraklarım dökülüyor

usul usul

adım sonbahar





ATTİLA İLHAN



--Ömer Sabri KURŞUN--
--Blogspot.com--




7 Ocak 2009 Çarşamba

Bizim gibi insanlar...

http://omersabrikursun1.spaces.live.com


Yalnızca bizim gibi insanlar, benim gibi yaşama delicesine aşık olanlar

ve mücadelemize vede eskisinden çok daha iyi olan çalışmaya aşık olan insanlar

- amacı doğru olarak olduğu gibi görünmeye başlayan ancak bizim gibi insanlar-

bize kalmış tek bir şans bile olsa dostlarını terk etmezler.

Hayat; yaşamayı, Mutluluk; gülümsemeyi, sevgi;

Hak etmeyi, vefa; hatırlamayı, dostluk;

paylaşmayı bilen için vardır.

http://kursunsabriomer.blogspot.com/

Ömer Sabri KURŞUN

YALNIZLIK GÜZELDİR....

Son durak...

Eğer 9 Canlı Bile olsaydın,
An Fazla 8 Kez Kaçabilirdin Ölümden!
Bil ki 7 Düvele Sultan Dahi Olsan,
kursunsabriomer.blogspot.comYerin 6 Mekân Olacak Sana.
En Fazla 5 Metre Kumaş Götürebileceksin!
Kapatacaksın 4 Açsan da Gözlerini!
Bu 3 Günlük Fani Dünyada.
Azrail’e 2 Kat Olup Yalvarsan da Nafile,
Ecel Geldiğinde 1 Gün Öleceksin! ;
İşte, O An Her şey 0 dan Başlayacak.
Çünkü;ÖLÜM BİR YOK OLUŞ DEĞİL, YENİDEN DiRiLiŞTiR!

Ömer Sabri Kurşun

http://kursunsabriomer.blogspot.com


Bu sayfada

Dakika

Saniye
Misafirim oldunuz




https://kursunsabriomer.blogspot.com[diploma.gif]
Diploma  of  Ömer Sabri KURSUN