Powered By Blogger

GİRİŞ

Düşüncelerim,benim hayatım için seçtiklerim ve değiştirmenin yolu da kabullenmek, herşey için öncelikle şükretmek...
Kocaman bir evren kollarını açmış kucaklamak için bizi bekliyor.
Ve emin olun ki dünya hepimizin etrafında dönüyor...
Belki farkındasınız belki de değilsiniz ama gerçek bu!
Düşüncelerimiz ne ise biz o’yuz...
Yani bugün yaşadıklarınız, geçmişte kendiniz için düşündüklerinizin toplamı!
Gelecekte yaşayacaklarınız ise bugün ki düşünceleriniz ile şekillenecek tabii ki.
Bugün sahip olduğunuz herşeye şükrettiğiniz, teşekkür ettiğiniz ve istemeye devam ettiğiniz sürece...
Sahip olduğumuz(düşünce gücüyle)enerjiyle, olumlu ya da olumsuz düşündüğümüz her şeyi hızla hayatımıza çekiyoruz...
Ve çok ilginç insan bedenindeki enerji miktarı yaşadığı şehri(ne kadar büyük olursa olsun) bir hafta boyunca aydınlatacak kadarmış.
Şimdi geçmişe şöyle bir baktığımda içsel anlamda bunu bildiğimi fark ettim ve farkında olmayarak kullandığımı.
Ama önemli olan farkında olmak dolayısıyla hatırlamayı hatırlamak...
Şimdi farkındayım!

Ömer Sabri KURŞUN

Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma!Taşıyamazlar,kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar...
Üç çeşit dost vardır;birincisi ekmek gibidir her zaman istersin.İkincisi ilaç gibidir lazım olunca ararsın.
Üçüncüsü mikrop gibidir o gelir seni bulur.
*****
Karıncaya sormuşlar; '' nereye gidiyorsun?'',
'' dostuma'', demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca; '' olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş...
Yolunda ölünecek dostlara...


https://kursunsabriomer.blogspot.com
Çeşit çeşit insanlar yanıltmasın sizi;
yalancılar, dürüstler, düz insanlar, zorbalar..
Gülümseyen kalpler arayın, az da olsa etrafı tarayın.
Gözlere mi sakın ha aldanmayın, sözlere hele hiç kanmayın.
Haydi rast gele...
Ş A N S I N I Z A...

30 Eylül 2009 Çarşamba

şiirlerden bir...demet...




Nazlı çiçek,


Sayarlar yaşlıyı, severler genci,
Sarmış yüreğimi gülün sevinci,
Ey güzel gülüşlü, dişleri inci...


Esti bahar, geleceksen gel çiçek,
Nazlı çiçek, gonca çiçek, gül çiçek.


Kartallar uçuşur, dağ başlarında,
Pınarlar mı saklı gözyaşlarında,
Bir tutam saç kalmış avuçlarımda...


Bir nergis, bir çiğdem, bir sümbül çiçek,
Nazlı çiçek, gonca çiçek, gül çiçek.


Sevgiden, sevdadan yaramı olur,
Çıksam şu dağlara çare mi olur,
Güzelin yazgısı, kara mı olur.


Bende kalan yıkık, bir gönül çiçek,
Nazlı çiçek, gonca çiçek, gül çiçek...


Bir Çiçek Vardı





Bir çiçek vardı, gökyüzünü maviye boyayan
Bir çiçek vardı, yeryüzünü kana bulayan
Bir çiçek vardı, dikenleri yürek kanatan
Bir çiçek vardı, akan kana doymayan


Bir çiçek vardı, yar elinde titreyen
Bir çiçek vardı, sevgiliye sevgi ulaştıran
Bir çiçek vardı, gözyaşlarıyla canlanan
Bir çiçek vardı, yar koynunda kuruyan


Bir çiçek vardı, dört mevsimde yaşayan
Bir çiçek vardı, gözleri sevgi arayan
Bir çiçek vardı, hüzünlü gecelerde ağlayan
Bir çiçek vardı, acılara umut bağlayan


Bir çiçek vardı, bahardan bahara koşan
Bir çiçek vardı, dalından koparıldığında solan
Bir çiçek vardı, kara sevdanın simgesi olan
Bir çiçek vardı, mektuplar arasında sararan


Bir çiçek vardı, yüreklere sevgi aşılayan
Bir çiçek vardı, doğayı canlandıran
Bir çiçek vardı, sahte aşkta gönül alan
Bir çiçek vardı, sadece kendine hayrı olmayan


Bir çiçek vardı, mutluluğu ruhunda saklayan
Bir çiçek vardı, acıları sevinçleri paylaşan
Bir çiçek vardı, cenazeden cenazeye koşan
Bir çiçek vardı, kimsesiz bir mezar başında kuruyan


Gül değilmi Gülşen...





Gül değil mi bülbülü, feryat figan ağlatan
Sen, sen, sensin gönlüme prangalar bağlatan
Yakan bu kızdır beni ateşsiz, ta içimden yakan
Dikeni değil, hasretidir yüreğe batan
Nasıl sevilmez, iyi ve güzel insan
Seni kardeş gibide severim inan
Gülsen/e gülüm, Cennet bahçelerinde
Gülümse gülüm, gülen yüzlerinde


Aşk'a yürürüm aşka, öz erdikçe
Abdal bir şair ve de ozanım, söz yettikçe
Sağırım hayalden, göz seçtikçe
Yaralıyım aşktan gün geçtikçe
A/mayım umuttan, dün bittikçe
Yarınlarda hayat var, bakma geçmişe
Gülsen/e gülüm, güzel gülüşlerde
Gülümse gülüm, gülen yüzlerde


Gül ise bülbülü aşk ile ağlatan
Sen dikenli bir ak gülsün yüreğe batan
Yakan sevdandır gülüm, seni benden alan,
beni bin bir derde salan


28 Eylül 2009 Pazartesi

CADDELERDE RÜZGÂR, AKLIMDA AŞK...



http://omersabrikursun.blogcu.com-yagmurdavar.gif


Caddelerde sisli, puslu bir kış ikindisi. Ağaçlarda salkım salkım eski zamanlardan kalma anılar... Yapraklarda yere düşmeye hazırlanan yağmur damlaları...

Bir yaprak kıpırdıyor işte, gümüşi bir damla usulca yere düşüyor.

Sen sanki yaprakların arasından bana müzipçe gülüyorsun. Beni her zaman şaşırtırsın zaten. Beni her zaman güldürmeyi bilirsin.

Farkına bile varmadan bir şarkı dökülüyor dudaklarımdan "Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var." Rüzgâr keskin ıslığı ile şarkıma eşlik ediyor. İstasyon Caddesi'nin tenhalığı nedense ilk defa içime dokunuyor. Arabaya binsem ve birlikte gezdiğimiz yerlere gitsem, evimde şiirler okuyarak telefonunu beklesem, telefonunun gelmediği zaman seni başka yerlerde arasam. Sonra sen gelsen yanıma, yine "......" desen, ben yine senin gözlerinde sorsuzluğa mahkum edilen aşkımı görsem.
Ayrıca şarkılar gerçek oldu bu kez. Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var.

Yalnızım, üşüyorum, özlediğimse çok uzaklarda. Bahçeme melekler yağıyor, hepsi de tanıdık. Senden doğan, gözlerinde hayat bulan, bizi koruyan, kollayan ve en önemlisi ikimizi bir araya getiren melekler... Son kez yine seninle gezmiştik oraları. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi.

Benimse herşeyim aynı. Geceleri bodrum katlarına yağmur daha çok yağıyormuş, bugünlerde bir tek bunu ögrendim. Birde geceleri daha uzun sanki bitmek bilmiyor. Bana anlatmak için neler biriktirdin içinde? Benim sana anlatacağım yeni birseyler yok. Dedim ya her şey aynı. Ama sanki biraz mahsunluk çöktü üzerime, bir de gülüşlerim sanki biraz azaldı. Sen olsaydın hemen anlardın. Sen benim herşeyimdin. Arkadaşım, dostum, öğretmenim, talebem, sevdiğim.

Koşulsuz bir sevgiyle sevdim seni, bağlandım. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi. Benimse içimde kocaman bir boşluk var. Hayır, üzülmüyorum, içimdeki boşlukta birtek özlemin yankılanıyor. Hayır, sana anlatmak için yeni şeyler biriktirmiyorum içimde, çok istesen hikâyeler uydururum. Ama hikâyelerimden önce itiraflarım olacak. Kendimden bile gizlediğim duygularımın itirafları. Sana aşık olmaktan delice korktuğumu, sana bakarken içimin titrediğini. Daha pek çok, sırrımı anlatacağım sana.

Gerçi anlatmama gerek yok, sen zaten hepsinin çoktan farkındasın... Sen kimbilir, belki de uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin simdi. Bense odamda senden uzak. Hayır, beni merak etme, üzülmüyorum. Biliyorum, ikimizde yoktuk bu aşk basladığında ve çok iyi biliyorum, sonsuzluğa mahkum edildi bizim aşkımız.

Dedim ya, beni merak etme. Üzülmüyorum, yalnızca biraz, biraz üşüyorum.......................................








27 Eylül 2009 Pazar

Kuşlar kadar Özgür olmak vardı ya....




http://omersabrikursun1.spaces.live.com/arşiv/animasyon_resimler/kartal_ve_özgürlük



Kuşlar kadar özgür
Uçsuz bucaksız denizlerde olmak vardı şimdi
Tüm yasakların delindiği, arsız, umarsız, vurdumduymaz
Bir gecede, en kederli bir türküde, sessizce
Pupa yelken gitmek vardı şimdi
Ay ışığı yol yapmalıydı geceye
Teknenin en ucunda oturmalıydım
Hayallere dalmalı
Güneşli yarınlara yelken açmalıydım
Bir duble rakı olmalıydı elimde
Yosun kokusuyla
Çektiğim sigaranın dumanı
Karışmalıydı
Haykırmalıydım dağlara
Duyan duymalı
Duymayana duyan duyurmalıydı
Tüm sevdalarımı
Özgürlüğün tadıyla
Kadehteki rakının tadı kardeş olmalıydı
Paylaşmalıydım
Denizle, dağlarla ay ışığının yaptığı yolla
Yüreğimdeki sızıyı
Kardeş etmeliydim onları da
Onlar kardeş oldukça
Ben çoğalmalıydım şimdi
Sonra
Issız bir yerde demir atmalıydım
Gecenin karanlığında
Yıldızlar göz kırpmalıydı
Sarhoş olana dek içmeli
İçtikçe
Kusmalıydım...
Kustuğum
Kin değil
Nefret değil
Öfke değil
Yalnızlığım olmalıydı
Yalnızlığımı kusunca
Çoğalmalıydım yine
Bir limana yanaşmalı
Beni bekleyen babamı almalıydım
Yanında anam olmalıydı
Birlikte devam etmeliydik yola
Onlara da birer duble rakı koymalıydım şimdi
Kadehleri tokuşturmalı
Sevdalara içmeliydik
Sonra bir ezgi dolanmalıydı dilimize
Bıkmadan
Usanmadan söylemeliydik
Kadehleri bir bir devirmeli
Bu kez
Özgürlüğe içmeliydik...
Özgür olmak vardı şimdi
Kuşlar kadar özgür
Kuşlar teknenin kaptanı olmalıydı
Türküleri katmalıydık onlara da
Bizimle şakımalılardı...
Anam,
Babam,
Ben
Ve çoğalttıklarımız
Gitmeliydik o gece
Bağıra bağıra!
Ama sessizce uzaklaşmalıydık
Bitmeyen bir yolculuk olmalıydı
Özgürlüğe uzanan bir yolculuk adı
Şimdi Kuşlar kadar özgür olmak vardı

Sevgilerimle,

Tuğba Özay Paşakapı Cezaevi

Düzenleme;Ömer Sabri KURŞUN



(a)

DÜŞSEL BİR SEY-İR…




Kokuşmuş dünyanın, kokuşmuş bir kentinin, ortasında yürüyorum.
Her gece rüyamda gördüğüm, çıkmaz o dar uzun sokaklar. Gölgemin yakasına bedenimi iliklemişim sürükleniyorum.
Ensemde derin derin kızgın bir soluk ama zafer kazanmış bir soluk… Yüreğimin tam orta yerinde koca bir kara delik… Sebebini bilmediğim korkular…

Kilitli kalplerin kapıları zorluyorum…
Kokuşmuş bir kentin tam ortasından geçiyorum, ki sükûtu hayal dilim lal…
Rüzgâr sıyırırken tozlu ve kirden arınamayan kaldırımları, mevsimi gelmeden dalından bıkıp yere düşmüş,mevsimsiz sararmış yaprakların hüzün dansını izliyorum…
Cam bir vazo gibi düşüyor hayat, parmak uçlarımdan yere, karışır zamansız düşen yaprakların üstüne…
Öylece bakıyorum ve bırakıyorum bakışlarımı bu kirli karmaşanın üzerine, bakışımı ben görsem ben korkarım.
İşte diyorum işte bu; işgal edilmiş bir hayat paramparça ayaklarımın dibinde… Yitik aşklar, sahte dostluklar, yorgun bir hayatın çığlıkları…
Kulağımı tırmalayan sesiz bir ses sessizliğin içinde, kokuşmuş dünyanın, kokuşmuş kentinde yankılanır gecenin sessizliğinde, çarpar çıkmaz sokağın o dar uzun yolunda sıvaları dökülmüş duvarlarına…

Gözlerimi çekmek istiyorum dünyadan ve dünyada yaşanılanlardan.
Başka bir göz değil, başka bir görüntü görmek için çekilmek istiyorum bu manzaradan...

Nicedir seyrindeyim hayatın.
Önce mavi yeşil ülkemin üzerinde gezdirdim en derin bakışımı.Uzaktan bakınca sadece yeşildi düzlükleri ve boncuk boncuk maviliklerle süslenmişti terli coğrafyası.Nazar değmesin diye mavi boncuklar takmış bedenine ve teninin rengini yeşille örtmüş bir gizem abidesi gibi duruyordu gökyüzünden.
Teninin kıvrımları ince ve zarif,yüzünde dev bir geçmişin derin izleri.
Öylece sere serpe duruyordu göz seyrimde.
Yaklaştıkça mavisi suya döndü.Eriyik bir buz gibi yayılıyor ve büyüyordu mavinin hacmi yeşilliklerse bir bir seçilir oluyordu ufkun ötesinden.

Teninin kahvesi daha bir sırıtıyordu uzaktan görünen mavi-yeşiline inat.
Ayrıntılara yaklaşırken görülenler içinde görünmeyenler görünür oluyordu artık.
Bir anda ayrıntı yığını bir manzara serildi gözler önüne...
Kurak çöller.Yıkık harabeler. Renksiz hayatlar ve gözle görülmesi mümkün olmayan atomsu casuslar.Ve daha neler neler...

Yaklaştıkça görüntüsü bozulan ekranımı karıncalar istila ederken,uzaktan gördüğüm muhteşem manzarayı belki yeniden görürüm ümidiyle,hayatımın anteniyle oynuyordum.Döktüğüm terlerin ağırlığınca çekiliyordu karıncalarda istila ettikleri ekranımdan.
Ve netleşiyordu her şey yavaş yavaş…

Milyon göz vardı,gökyüzünden gördüğüm manzarayı arayan…
Milyon el vardı,maviyi,yeşili yerli yerine koymaya çalışan.
Milyon yürek vardı aşkla,o manzarayı duyumsayan.
Milyon düşünce vardı karanlığı ışıtmaya yol arayan.
Milyon beden vardı terli bir coğrafyada terini kurutmaya çalışan.

Ve binler vardı tüm bunları alt etmeye uğraşan.

Çekildim aralarından ve döndüm yüzümü karmakarışık bu manzaran.Kalsam yitik bir göz,kırık bir kalp,yorgun bir beden olup kaybolacaktım aralarında. Gitmek gerekti o an en uzak görüntüsünün kıyısına. Bir kez daha bakmak ve her bir milyona bir umut toplayıp yıldızlardan,yeniden düşmek gerekti ortalarına.

Bu yüzden karışmadan fikirlerine,dokunmadan eylemlerine ve tutunmadan hiç birine çekilmek gerekti kozmopolitin korkutan yüzünden.

Yüzümü dünyaya çevirdiğimde,göz bebeklerime çarpan bir ateş topuyla kana bulandı bakışlarım.Göz gözü görmeyen bir sis ve duman içinde yükselen alevlerde yanan ruhların,acı iniltileriyle sarsılırken evren,ateşi yakan eller gerisin geri çekiliyordu hayatın beyaz çehresinden.

Kirli ve kanlı eller dünyayı karışlarken karanlık içinde.Kör gözlerle birbirlerine sarılıyorlardı yılansı bedenleriyle.Alevler sönüp ,isli bulutlar çekildiğinde üzerlerinden o an fark edecekler ki; kirli ve kanlı elleriyle sarıldıkları ve ölümüne sebep oldukları kendilerinden başkası değildi.

O hazin sonlarını da görerek çekiyorum bakışımı karanlık dünyanın son perdesi üzerinden.
Şimdi ;
Yeni bir manzarada yeni bir dünyanın ve yeni hayatların kuruluşunun heyecanına ortak ediyorum gözlerimi.

Sabır,Umut ve İnançla….

27 09 2009
Ömer Sabri Kurşun

24 Eylül 2009 Perşembe

Sadece dur burada...




http://kursunsabriomer.blogspot.com

BUGÜN BİRAZ GERGİNİM YİNE
sesim değişik gelebilir biraz
AMA SEN ANLARSIN BANA KATLANIRSIN...
tuhaf laflar edebilirim seni belki üzebilirim
AMA SEN SUSARSIN ÇÜNKÜ BENİ TANIRSIN...
öyle çabuk kızma derdine
BUKADARDA KOLAY ALINMA
o zaman beni sar hadi sarıl bana
DEĞİŞMEZ HUYLAR BİLİRSİN
bikerede sen dene alışmayı

BEN GÖĞSÜNE YATARKEN ÖYLE DERİN NEFES ALMA
Bu ara ihtiyacım var sana ellerimi sakın bırakma
Bana huzur veren tek yer senin yanın unutma.



GÜN VARINCAYA KADAR SABAHA SAKIN HİÇ BİRYERE KALKMA,
FAZLA BİŞİ İSTEMEM SADECE DUR BURDAAA...!!!







22 Eylül 2009 Salı

Sol Yanım...



Sol Yanım donmuş sanırım...

Elini yüreğime koyduğunda anladım hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağını.
Zaman, sana geç kaldığımı yüzüme haykırdığında durmuştu zaten. Kurmayı unutmuştuk saati ve akrep tam yalnızlığımın üzerinde duruyordu.
Yelkovan sensizliği gösteriyordu...
Demek ki zamansız girmiştin rüyalarıma! Ya da ben mi gözlerim açıkken uyumaktaydım bilmiyorum…

Benimde sevgiye susamış gönlümün bir finali olmalı diyordum...
Her takatsiz kaldığımda, soluklanıp nefes alabileceğim bir durak olmalıydı nefesin. Bir sokak tavanından yırtılmışçasına çağlayan duyguların altında ıslanmalıydı yüreğim.
Beş para etmez insanların arasında paha biçilemez olmalıydın. Ben kaçtıkça yapışmalıydı üzerime sevdan.
Demir atılacak kadar onurlu saymalıydın yüreğimi…

Ama senin suçun yok biliyorum;
Hayat iste! Bekliyordum, alacağım vardı her şeyi bıraktığım zamandan. Acılar hayallerimi sıyırarak yüreğime düştüğünde anladım kimsesizliğimi...
Nöbetçi çareler aramaktayım isyanlarıma. Acılarımı yama yapıp mısralarıma, satıyorum simdi fütursuzca yarınlarımı…

Ask zannediyorum satırlarda yasamayı. Kaç yara bandı kapatır ki bedeli çoktan ödenmiş acıları...
Korkmalı mıydım? Sevmeli miydim? Yasamalı mıydım?
Hangi sorunun cevabına denk gelirdi ki hayat...

Hadi ağla yüreğim, yine vakitsiz ringe atılıyor havlu, yine ıslanıyorum yağmursuz.
Yine çırılçıplak bir düşün ortasında uyanıyorum mutsuzluğa.

Doğruyu arayıp yanlış denklemde boğulma çabasında duygularım. Kim çıkartacak bana yakışmayan tuvalden renklerimi...
Kim yeniden boyayacak gözlerimi. Kim ısıtacak yüreğimi...
Yoksa aracın kaloriferlerine mi yapışmalı ellerim!..

Kimsenin sucu yok biliyorum.
Ödenmemiş fatura gibi her seferinde kesilen benim gülüşlerim, bu benim yanılgılarım...
Her çizdiğim resim de biraz mühür lekesi, biraz kelepçe…
Dokunulmazlığa sarıyordu her şeyi kader. Bense adına hayat dediğim geçmişimi topluyordum günlüklerden. Belki de sevgiliye yazılmış şiirlerden...

Haydi, çek artık yüreğimden ellerini... Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak hayatta...
Ondandır hala hissizlik geçiyor üzerimden... Saat, gitmeye kurulmalı bu kez...Bu kez nedensiz olmamalı hiçbir şey...

Ve “hoş” kal dememeliyim sevgili; biliyorum kimse hoş kalmıyor ayrılırken...

Öylece git sessizce.
Söylenmemiş ve yaşanmamış hayallerle...
Sevildiğini bilmeden.
Giderken bulduklarını yerli yerinde bırak...
Yalnızca sol yanımın çığlıklarını topla sessizce.
Hiç gelmemiş gibi öylece git ve sakın kimseler duymasın kimsesiz kaldığımı!..
Sessizce git, sakın kimseyi uyandırmadan aşk uykusundan. Kalbime bile duyurmadan... sen bile ayak seslerini duymadan… Sessizce git...


22 Eylül 2009
Ömer Sabri Kurşun

19 Eylül 2009 Cumartesi

Martım!..

http://kursunsabriomer.blogspot.com

http://kursunsabriomer.blogspot.com
Sahil çok kalabalık buğun...Sen sevmezsin kalabalıkları biliyorum martım...

Yazmak benim neyime aslında...Yazmak bile istemiyorum...


Bir yaz güneşinden ödünç aldığın yüzünü görüyorum buralardan...
Yarım kalmış mutluluklarla dolu olan ruhunu yansıtan yüzünü...
Napayım martım...Sıkılmaktan sarılıyorum “yokluğuna” senin...
Sarılıyorum belki kendimden kaçmak adına yazdıklarım...


Koyu lacivert dragosun denizine yaslanmış bir parkın köhne banklarında oturuyorum…Belkide denizin en derin mavisine...
Denizin iyot kokusunu her içime çekişimde kendi yalnızlığımın kokusunu duyuyorum…O keskin ve acı veren kokuyu...
Belki de “bir tek seni bu kadar çok sevdiğim için” korkuyorum karanlıkta kalmaktan...


Gökyüzünde yıldızlarımda yok...
Dağlarımda yağmurlarımda yok…cisil cisil çiğ damlacığı gibi yağacak...
Ruhumun karanlığını aydınlatan yaz güneşinden kalma bi gündeyim sadece…
Bakma sen bankın etrafındaki çiçek bahçesine...
Onlarda gül kokusunu unutmuşlar benim gibi...


Hani Paraya en çok ihtiyacı olduğu bir zamanda, hiç beklemediği bir anda karşısına onun için çok değerli olan büyük bir elmas çıkan fakir bir köylü bulduğunu kaybetmekten nasıl korkar ve onu bir an için bile yanından ayırmak istemezse bende öyle korkuyorum seni kaybetmekten...


Ve istemiyorum beni bırakıp gitmeni bu kalabalıklarda…
Belki de “sana bu kadar çok bağlandığım için” korkuyorum yalnız kalmaktan...


Çünkü ben senin sıcaklığın eritinceye kadar hiç kıramamıştım…
O yalnız yaşadığım karanlık soğuk odanın duvarlarını…
Ve biliyorum ki sen bana arkanı döndüğünde odamın içi yine soğumaya başlayacak ve ben yine duvarlarımın arasında terkedilmiş yalnızlığıma döneceğim martım...


Canımda bir acı,canımda içli bir yüklem, nemli ve ağlamaklı...
Gözlerimden okunuyor bu yara,bedenimden çıkıyor sensizliğin hüznü...
Kederli bir mutluluk belkide yaşamak...Buna yaşamak denirse...
Büyük bir zaman,büyük bir alan içindeki her işte birbirine tamda uymayan bir renk... 


Zaman zamana bir an diğer bir an’a ne kadar uymuyorsa içimizde özlenenleri de bir heyecana sığdırmak güç oluyor belkide...
Her an’ın kıymeti bilinseydi,şimdi “özlem” diye bir kelime doğmamış olurdu değilmi Martım...


Sonunda kavuşma varsa kelimelerin anlamı değişir birden…
Sonrasında hasretlik olmaz duygularımız hep körelirdi değilmi,
Bir zamanı heyecanla içten beklemek ne güzeldir...Her heyecan bir bekleyişse eğer...


Sonunda sevimli yüzü ile bize dönecek, birde sabırsızlık eklenir ne coşulur ortada...
İyi hazırlandığın bir sınav sonrasını heyecan içinde zaman tüketerek geçirebilmek,sonuca bir an önce kavuşmak için yürek çarpıtmak,iyi ve doğru bir son ile koşuşturmak...


Bir bebeği beklemek sonunda geleceği bir zaman olan bu günleri heyecanla sabırsızca tüketmek yine coşkuyla heyecanla hayal ve umutlarla...
Bir aşkın ilk zamanlarında sevgiliyi beklemek, yarını,bugünü,dünü,hepsini özlemle sevgiyle anmak bir sonraki güne sabırsız fakat umutla başlayabilmek ve onunla...


Bir şarkıyı beklemek,sırası geldiğinde çalacak olan bize yine beklediğimiz özlemleri anımsatacak şarkıyı...Bir işin son deminde bakınmak,son noktayı koyabilmek ve peşinden bekleyişe prim vermek,yarışmak...
Çok acıkıldığında, gelecek menüyü, yemeğimizi beklemek yine sabırsız bir hevesle, peşinden yakaladığımızda tüketmek...
Bir kitabı okumaya başlamak...


Peşinden bizi sürüklerken ki sonuca bir an önce kavuşmak,netleşmek...
Kana kana su içmeyi beklemek,özlenen sevgiliden de çok büyük bir berraklıkla içimize doğru bir damla yine ve heyecanla...
Özlenen o “sevgiliyi” bulabilmek belkide yüreğinde...Sevdiceğimsin diye sarılabilmek...


Kalp atışları yaratmak,sevdalı gözlere bunu sormak...
Bin dilde yaymak adını... 


Hep bir çizgi ve renge verebilmek,Güneşi avuç içlerine sürüp el ele tutuşmak...


Yine çok şey yazdım sanırım sana martım...
Galiba ellerimiz daha çok yanacak... 


Yüreğimizdeki duygularımızı yazamasam da...yansıtamasam da...
Önüne ve ardına bir sıfat eklemeden “seni seviyorum” martım...
Başka sevdiceğim yok ki...






http://kursunsabriomer.blogspot.com

http://kursunsabriomer.blogspot.com




(a)


Küçük Çeşmenin Tatlı Suyu


http://kursunsabriomer.blogspot.com

                                             Çeşmeden şırıl şırıl
                                             Nereye koşuyorsun?
                                             Kimsecikler yokken yanında,
                                             Susuyorsun.

                                             Ama,
                                             Eğilip avuç avuç
                                             İçince coşuyorsun.

                                             Susuzluktan ağzın kuru.

                                             Koşup yanına gelince,
                                             İki kardeş gibi özlemle,
                                             Elimi, yüzümü
                                             Ve sonra
                                             Yüreğimi okşuyorsun.

                                             Kim bilir kaç yıldır böylesine,
                                             Hiç bitmez türkülerle seslendiğin...
                                             Ağaca, toprağa, çiçeğe.

                                             Bana ümit ve mutluluk,
                                             Onlara kan taşıyorsun.

                                             Bir elin kaynaklara uzanmış,
                                             Arkanda kır çiçekleri.
                                             Yanı başında ağaç, bahçede meyve,
                                             Az ötede şu oynayan çocuklar...

                                             Dostça, kardeş kardeşe,
                                             Ne güzel yaşıyorsun!


                                             Rıfkı Kaymaz


(a)


18 Eylül 2009 Cuma

Şiir Gibi Yaşamak ...



















Yeniden yaşama şansım olsaydı
Şiir tadında sürdürmek isterdim hayatı
Devam etsin diye, virgüllerden ayrılmaz
Hiç koymazdım satır sonlarına noktayı
Hep heyecanlarım olsun diye sık kullanırdım ünlemleri
Soluksuz yaşamak için, kaldırırdım kesik çizgiyi
Asla bırakmazdım şiirde yapılan teşbihleri
Şiirimde yaşananların, yazılan repliklerin
Ezberlettiğim kişileri hep olmalıydı
Birinci ve ikinci tekil şahıs kahramanları
Kesinlikle bozmamak için büyüyü
Sokmazdım araya üçüncü tekil şahısları
Ve öyle lirik, romantik bitirirdim ki
Duygu dolu dizelerin sonlarını
Sonsuza dek sürsün diye uzatırdım
Hiç bitmeyen üç noktaları...

18 09 2009
Ömer Sabri Kurşun





Dostluk...


Biz Mevlana'nın torunuyuz; Yaratandan dolayı severiz Yaratılanı…
Bu güne dek birçok değerli kalem dostluk üzerine yazmıştır. Bende zaman zaman yazdım ama her zaman ustaların karşısında haddimi bilerek yazdım, bir iddiası olmaz hiçbir zaman kalemimin yazmak konusunda, takdir dostlarımdandır…
Dostlarım bu gün sizlere her birinden ders çıkaracağımız üç hikâye ile başlıyorum güne. Ve hikâyeler arasına konuyla ilgili şu an ki mevcut durumu değerlendirmek ve bunlarla bununla ilgili tespitte bulunduğum bazı düşüncelerimle desteklemeye çalıştım.
Bilemiyorum tabi ki; var olan O sesin hükmüne uyup kalemim yazabildi mi düşüncelerimi bu konuyla ilgili anlatabildim mi?
Takdir siz okuyan dostlarıma kalmış.... Anlayan anlamıştır, anlayanlar anlamayana anlatır. Çünkü benim yolum uzun, sırtımda bir yük yürüyorum bir bilinmeze…

Dostluk nedir?
Herhalde bir gösteriş, birine, aynı cinse, kadınsan erkeğe, erkeksen kadına karşı kendini beğendirme çabası, bir moda, bir gelgeç ruh hali değil... Sempati… İlgi… Bağlılık.. Yüceltme… Taçlandırma...
Sorumluluk duyma… Yürekten algılama… Bakışlarla anlaşma… Ses tonuyla destek verme…
Kesintisiz ilişki… Kayıp olmaz, yitmez. Yoktan var olmaz bir duygu…
Bunların hepsi bir araya gelip, zaman içinde gıdım gıdım birikerek dostluğun çimentosunu oluşturuyor.

Gazetelerde okuyoruz. TV'lerde seyrediyoruz. Sağda, solda konuşmalarda adı geçiyor:
Güzel yemek yeme dostu… Edebiyat dostu… Türk Sanat Müziği dostu… Çocukların dostu… Halkın dostu…

Dostluklar nasıl oluşuyor? Dostluk nedir? Unuttuk… Bu hızlı kent hayatı, dostluk duygusunu aklımızdan aldı… Yüreğimizden çaldı... Aldı götürdü nereye attı bilinmez...

*Sokrates'e öğrencileri sormuş:
Dostluk nedir?
Sokrates de onlara şu yanıtı vermiş; "Çocukluğumdan beri arzuladığım bir şey vardır.
Kimi insan atları olsun ister... Kimi insan köpekleri… Kimisi altını, kimisi de şanı, şerefi…
Bense bir dostum olsun isterim..." Demiş…

*Nasrettin Hoca bir Cuma günü camide cemaate namaz kıldırmak üzere ezan okunsun diye bekliyormuş.
Bir adam gelmiş. “Hocam” demiş! “Eşeğimi yitirdim…”
Hoca da adama; “Şu namazı kıldıralım, senin eşeğin çaresine bakarız” demiş.
Hoca namazı kıldırmış, vaazını vermiş ve cemaate dönmüş:
İçinizde, bir dostuyla birlikte bir bardak çay dahi olsa içmeyip saatlerce konuşmamış; dostuyla sekiz saatlik yürüyüşe çıkıp, yanındaki ile hiç konuşmadığı halde sıkılmadan yürüyüşünü tamamlamış; bir cenaze evine gidip başsağlığı dileyip, cenaze yakınlarının acısını paylaşmamış; düğün evine gidip, düğün sahiplerinin sevincini paylaşmamış; komşusunun kapısını çalıp hiç hal hatır sormamış biri var mı?” diye sormuş.
Arka sıralarda saf tutmuş bir kişi: “Ben varım hocam” demiş.
Hoca eşeğini yitiren adama dönmüş ve: “Al bu adamı git, bundan büyük eşek olur mu? Yitirdiğin eşeğin yerine kullanırsın” demiş.

Demek istemiş ki. Dostun yoksa eşekten farkın ne? Gerçek dostluk fayda ve menfaati paylaşabilmektir...

*Mevlâna’ya yakın müritlerden biri şöyle bir hikâye nakleder:
“Bir gün arkadaşımla birlikte gezmeye gidiyorduk. Uzaktan Mevlâna’nın tek başına gitmekte olduğunu gördük. Biz de ona ayak uydurarak onun peşinden takibe koyulduk. Mevlâna arkasına bakıp bizleri gördü ve:
–Siz arkadan yalnız geliniz, başka kimse gelmesin. Kalabalıktan hoşlanmıyorum. Benim halktan kaçışımın sebebi, onların el öpmek ve önümde eğilip saygı göstermek belâsından kurtulmak içindir, dedi.
Gerçekten Mevlâna herkesin onun elini öpmesinden ve önünde baş koymasından son derece incinirdi. Aşağı tabakadan olan insanlara ve talihsiz kimselere karşı büyük bir gönül alçaklığı gösterir, onların önünde eğilirdi. Bundan sonra Mevlâna yoluna devam etti, biraz ilerleyince bir virâneye geldik. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş, uyuyorlardı.
Arkadaşım:
–Bu biçareler arasında ne kadar güzel bir birlik vardır; ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş dolaş olmuşlar, dedi. Bunun üzerine Mevlâna:
-Evet, dedi; sen bunların arasındaki dostluğun ve birliğin ne kadar samimi olduğunu bilmek istersen, onların aralarına bir leş veya bir ciğer atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün. İşte bu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki dostluk da böyledir. Aralarında bir garez veya menfaat olmadıkça birbirlerinin dostudurlar; fakat dünyalık bir şey aralarına girince nice senelik namus ve şereflerini boşa verirler ve aralarındaki tuz ekmek hakkını bir tarafa atarlar.”

İnsanoğlu biriktiren yaratık...
Şan, şöhret biriktiriyor... Süper zenginse boğazda, Bodrum’da villa biriktiriyor. Tablo biriktiriyor.
Repoda para kasalarda naftalin kokulu döviz, antika biriktiriyor.
Antika lambalar, cam şişeler, eski koltuklar, tesbihler, tombaklar biriktiriyor.
Âlimse kitap biriktiriyor. Cahilse kin biriktiriyor.
Dost biriktirmeyi içimizde kaç kişi deniyor?

“Güzel hayat isteyen, Güzel insanlar biriktirsin.”
Cemal Süreyya, bazı insanlar dosttan öte aile gibi olur demiş.
Bedri Rahmi Eyüboğlu ise söyle seslenmiş şiirinde.
“Dostluk dediğin güzel bir kitap
Hava gibi
Su gibi
Ekmek gibi
Vazgeçilmez bir tat
Sonuna kadar dayanmak şart
Dostluk dediğin eşsiz bir kitap
Sevmediğin sayfaları varsa atla
Sayfayı kökünden yırtmak şart mı?”

Evet, kabul ediyorum, insan birçok kişiyle beraber mükemmel dost olamaz, tıpkı aynı zamanda birçok kişiye âşık olamayacağı gibi...
Fakat cinnete düştük. Dost biriktirmeyi unuttuk.
İyi halt ettik.

Sevgili dostlarım:
Allahuteala kusurları çift gözlü bir heybeye doldurmuş:
Kendi kusurlarımızı heybenin bir gözüne, başkasının kusurların ise heybenin diğer gözüne…
Ve insanoğlu da kendi kusurları olan tarafını arkasına, başkasının kusurları dolu olan kısmını ise önüne gelecek şekilde, heybeyi boynuna asmış.
İşte bu yüzden; başkalarının kusurlarını sürekli görür ve acımasızca eleştiririz. Kendi kusurlarımızı ise hep görmezden geliriz.

Nazik olmak için, bir gülümseme beklemeyin.
Sevmek için sevilmeyi beklemeyin. Bir arkadaşın, dostun değerini anlamak için, yalnız kalmayı beklemeyin.
Çalışmaya başlamak için, en iyi işi beklemeyin. Öğütleri hatırlamak için, düşmeyi beklemeyin.
Dua ‘ya inanmak için, acıları beklemeyin. Yardım edebilmek için, zamanınız olmasını beklemeyin.
Özür dilemek için, diğerinin acı çekmesini beklemeyin. Ne de barışmak için, ayrılığı beklemeyin.
Çünkü ne kadar zamanınız var bilmiyorsunuz...

Dostluk, gereğince tanımlanamazlardandır ve ancak, yaşamakla anlaşılır.
Bu yüzden dostluk, şiir gibi, aşk gibi anlatılmaz yaşanır. Dahası bir ucu şiire düşer dostluğun bir ucu aşka.
Şiiri ve aşkı bilmeyen bilemez dostluğu, dost olmayınca da şiiri ve aşkı.
Ucuz arkadaşlıkları dost olmak sananlar, kandan öte can kardeşliği olarak gelen dostlukları anlayamaz.
Dost dediğin senin geçmişinde, geleceğinde, bugününde yer almalı.
Dost dediğin senin her zaman yanında olduğunu bildiğindir.
Dost dediğin senin göremediklerini açıklamadan çekinmeyendir.
Dost dediğin sadece sevincini değil acını da paylaştığındır.
Ve hiç bir zaman sırtını yaslamaktan çekinmediğinindir.

Derdini dinleyecek bir dosta bir an bile ihtiyacın olursa, olacaksa eğer...
Yüzünde parıldayan gözyaşlarını silecek, kurutacak birini, yakınında istiyorsan eğer...
Herkesten sakladığın sırların varsa ve onları paylaşacak birini istiyorsan eğer...
Sıkıntılarından kurtulmak için, bir dost elini, desteğini arıyorsan eğer...
Zor gününü sana geçirtecek cıvıl cıvıl bir ses istiyorsan eğer...
Sana çok önem veren ve seni çok düşünen birini istiyorsan eğer...
Umutlarını paylaşan, tasalarını yumuşatmaya çalışan birini özlüyorsan eğer...
Sana saygı duyan biriyle beraber olup, kendini bulacaksan; ben, benim diyeceksen eğer...
Ve etrafında olup bitenlerden nasıl etkilendiğini anlayacak birine ihtiyacın varsa...
Buradayım... Burada olacağım...

Son sözü Rahman’ın ayetleriyle söyleyelim:
Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen), vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).
-Hem iyi ameller yapıp hem de tüm varlığı ile Allah’a teslim olandan ve İbrahim’den tek ilahlı dine uyandan daha iyi bir dindar kim olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti. Nisa Suresi/125. Ayet

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:
"Kişi, dostunun dini ve ahlâkı üzerinedir. Öyle ise herhangi birimiz dostluk edeceği kimseye baksın."
Arkadaşlık (dostluk) edeceğimiz kimselerin özellikleri neler olmalıdır? Gazâli bu özellikleri şöyle sıralıyor:
"- Akıllı olmalıdır. - Güzel ahlâklı olmalıdır. - Fasık olmamalıdır. - Bid'ad sahibi olmamalıdır. - Dünyaya düşkün olmamalıdır."

Sevin hayat sevince güzel ve diyelim her bir cümleye; bu ülkenin sahipleri yalnızca bu ülkeyi karşılıksız seve bilenlerdir…
Gönül soframdan gönül sofranıza muhabbet olsun güzel, sağlıklı ve umutlu, mutlu günler dilerim... Hoş kalın, hoşça kalın ama hep dostça kalın…

Bir Dost

18 Eylül 2009
Ömer Sabri Kurşun



16 Eylül 2009 Çarşamba

15 yaşında hayatı anladığını sanan……..





• İçtikleri iki birayla arkadaş arasında ” abi geçen bi içmişim” muhabbeti yapan genç kanlar. Şıpsevdi sakızlarından çıkar bunların aşkları...
• Zorla Türkiye ye de bütünleşmiş edilen çarpık kültürün ve vahşet içindeki eğitim sisteminin sapık aşkından doğan nesildir.
• Hayatı anlamak için en azından bir 15 yıla daha ihtiyacı olduğunu anlayamayanlar

Kolaylıkla görülüyor ki birçok kişi bu nesil’i genelleyebiliyor ve fark edip etiketleyebiliyor.
Doğrudur, son derece bariz bir şekilde itiyor bazen bu tip gençler.

Ancak öbür kültürlerden farklı olarak Türkiye de bir kaç farklı etmenin göz önünde bulundurulması gerekir bu insancıklar genellenmeden önce.

1)Eğitim sistemi: sürekli geleceğin tehlike altında olması. Sürekli kendilerine büyük sorumlulukların yüklendiğinin hatırlatılması muhtemelen ister istemez hayatı sorgulamaya itiyordur bu ufak karamsarları ve bir kaç cevap bulmadan gerçekten yollarına devam etmelerinin zor olduğunu hepimiz biliyoruz değil mi? Yoksa 15 yaşında bir bünye nasıl algılayabilir bütün sosyal konumunun ve gelecek hayatının bir kaç çemberi doldurmaktan ibaret olduğunu?

2)Sosyal-kültürel durumlar: bu insanları cinsler ve bireyler arasında hızla yitip giden iletişim yaratıyor biliyorsunuz değil mi? Yaşlı amcalar gibi konuşmayı sevmiyorum ancak sokakta bilye oynayan, oyundan oyuna koşan, top peşinde yorulan gençlerin, çocukların hayata karşı daha umutlu, daha basit ama samimi olduklarını hatırlamıyor musunuz? Elinizde iletişim namına sadece Fecebook, msn ve bilumum netsel ıvır zıvır kalmışsa eğer, sizden 10 satırlık alana kendinizi yazarak özetlemeniz bekleniyorsa eğer, elbette bu gençler hayatı çözdüklerini sanarak var olacaklar bu evrenlerde.

3)Çalkantılı gündemler: yaşı 15 ile 20 arasında değişen bireylerin hayatları boyunca görüp geçirdikleri gündemleri şöyle bir gözden geçirirseniz aslında hayatı çözdüklerini sanmalarının doğal bir psikoz olduğunu göreceksiniz.

Bombalar gördüler, tren kazaları yaşadılar, büyük depremler ve doğal felaketlere maruz kaldılar siyasi kamplaşmalara aile içinde bile şahit oldular, sık sık sapkınlık dolu haberler okudular ve doğumu, ölümü, yaşamı ve doğal süreçleri milyonlarla beraber gündemden takip ettiler.
Her ülke de olmuyor mu sarsıntılı günler, üzüntülü haberler? Oluyor elbette ama şöyle bir hatırlayın lütfen, bizimki kadar köklü değişimler ve yankılar yaratan bu kadar dalgalı ülke güncesi bulmak zor değil mi?

Küçük dünyasına sığmayan, bu yüzden sıkıntı duyan, küçük dünyasını fethettiği içinde, hayatın bu küçük dünyadan ibaret olduğunu sanan, hayatı sıradan tekdüzelik de akıp giden, kabuğunu kıramayıp bu kabuğu hapsolan, gelişemeyen, büyüyemeyen, anlayamayan, anlaşılamayan gençlik.

Kabuğu kırdığında yaşayacak olduğu, çıktığı kabuğu beğenmeyip, geçmişinden, ailesinde çevresinden uzaklaşıp, kendisine başka küçük bir dünya yaratacaktır.

Aslında şöyle düşünmek gerekmez mi; bir kere insan her yaşında hayatı anladığını zanneder(aksini iddia etse de içten içe böyledir bu). Bunu 15 yaşında düşününce mi geri zekâlı oluyor insanlar? Yine de belki yaşadığı kadarını anlamış olduğunu düşünüyor olabilir.

Büyüklerin kullandığı bana hayat çok şey öğretti lafını, ayrıldıkları her sevgilinin arkasından çokça kez tekrarlayarak, hayata dar baktıklarını bize gösterirler. "bin biliyorsan da bir bilene danış" atasözünün yerine, "seven,….(müstehcen) ….sevilir" sözünü kullanırlar. Hayatın onlara getirisi olarak aldıkları harçlıkları görürler ve harçlıkların azaltılması ya da istenilen artışın yapılmamasını işten çıkartılmak olarak görürler. bu çevreden bazıları üniversiteyi bitirdiklerinde emekli olur ve hayata ilk adımlarını atarlar. Gelecekte ise mutlu bir hayat yaşayıp kırkından sonra sapıtanlar kervanına katılmazlar. Bu nedenle on beşinde yapılan hatalar, kırkında ders olurlar ve bizlere atasözlerini yeniden yorumlama ihtiyacı duyururlar.

Hala yer yer itici buluyorum ve büyümüş halleri ile bile iletişimi zor buluyorum ancak kendi başlarına böyle olmadıklarını da unutmamak gerek sanırım.

60lar ve 70lerin x nesli sonrası 80li yılların sonlarına doğru hayata gözlerini açan evlatlarımızın geçtiği yoldur bu. Psikolog Dr. Jean m. Twenge "ben" nesli adlı kitabında şu sorularıyla sorgular bu yeni yetme nesli durumunu "bugünün gençleri niçin bu kadar özgüvenli ve iddialı. Fakat bir o kadar da depresif ve kaygılı?"

Kendi fikirlerini babalarının öğütlerinden daha makbul bulan 15 yaş grubu gençlerdir.20 yasına geldiğinde eğer "lan adam zamanında ne konuşmuş, doğru söylemiş valla" diyorsa, hayatı anlayabilme sürecinin teori kısmına hakim bir insan olmuş olur.

Yirmi yaşında görmüş geçirmiş olurlar, 25 yaşlarına geldiklerinde aslında hayatta anlayamadıkları çok fazla şeyin olduğu fark edenlerdir

Toplumun yetiştirmekten gurur duyduğu gençlerdir, çünkü hayat anlaşılırsa daha çok aranmaz, daha çok aranmazsa pek problem de çıkmaz. Ama bir de ergenlik bunalımı vardır ki onu bütün bunların dışında tutmak gerekir, o hormonaldir, geçici hasardır.
Hayatı anladığını, kimsenin onları anlamadığını sanan geri zekâlılar olarak başlayan insanlardır. hayatı anlamadığını ama kendini anladığını ve kimseyi anlamadığını görene kadar devam eder bu sendrom.
Kimisi 25–26 da, kimisi ömür boyu. Akıl yaşta değil baştadır lafı, aslen akılsızlık yaşla değil, başla bitirilir olarak değişsin, arz ederim.

75 yaşında "ulan ben hayatı onbeşimde anlamışım aslında ne diye vazgeçtim ki amma geri zekâlıymışım" derler.
Yaşadığı 15 yılın ardından, hayatın farklı yönlerini de keşfetmeye başlamasının verdiği heyecanla "hayatın anlamı"nı çözmeye çalışan insanlardır ki, zannımca hiçbiri geri zekâlı değildir. bu dönem bi nevi ergenlik dönemine denk geldiği ve böyle bir durumu herkes yaşadığı için bütün insanlar geri zekalı değildir muhakkak!

Hızlı yaşayan bir çoğuda 16–17 yaşını geçmeden ölür gider.


Eğer bir çocuk eleştiri ile yaşarsa...
... Kınamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk düşmanlıkla yaşarsa...
... Savaşmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk alayla yaşarsa...
... Utanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk utançla yaşarsa...
... Kendini suçlu hissetmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hoşgörü ile yaşarsa...
... Sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk teşvik ve onayla yaşarsa...
... Kendine güvenmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk övgü ile yaşarsa...
... Değer vermeyi ve takdiri öğrenir.
Eğer bir çocuk dürüstlükle yaşarsa...
... Doğruyu öğrenir.
Eğer bir çocuk arkadaşlık içinde yaşarsa...
... Sevmeyi ve dostluğu öğrenir.



15 Eylül 2009 Salı

ANLAYABİLİRMİSİN SEN..


http://kursunsabriomer.blogspot.com/
uzun soğuk kış gecelerinde..
kendisinden başka dinleyeni olmayıpta
duvarlarla konuşanın halini..
ANLAYABİLİRMİSİN SEN

kırık dökük tencerede,kuru ekmekten başka
yiyeceği olmayan ,
etrafına toplanıpta paylaşamayan
o çocukların halini
ANLAYABİLİRMİSİN SEN

el bebek gül bebek bayramlarında
şen şakrak oynayan çocukların yanında
bir köşede boynunu bükmüş gözü yaşlı
o masumun halini..
ANLAYABİLİRMİSİN SEN

yazın plajlarda,kışın barlarda
elinde içki kadehi
eşitlik lakırdısı yapanların yanısıra
kucağında bebesiyle, soğuktan hıçkıran
o çaresiz ananın halini
ANLAYABİLİRMİSİN SEN

cebinde beş kuruş parası olmayan
evinde açlıktan çocukları ağlayan
yeni başlayan bir günü ölümden sayan
o yoksul babanın halini..
ANLAYABİLİRMİSİN SEN



13 Eylül 2009 Pazar

CHE'NİN ÇANTASINDAN ÇIKAN NUTUK..


Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından;
“Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır...”


NUTUK’un Küba Devrimi’ndeki yeri aslında daha önceki yıllara dayanıyor. Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro, 12 Mayıs 1961 tarihinde Havana’da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir’den “Atatürk’ün Büyük Nutuk Kitabını” ister. ABD’nin bilgisi olmaması ricasıyla yapılan bu istek, Bilal Şimşir tarafından uzunca bir süre sonra yerine getirilebilir. İşte, Fidel Castro’nun Atatürk hayranlığının kaynağı; İngilizce “Nutuk” kitabını özümseyerek okumasında ve devrimci M.Kemal ATATÜRK’ün ilk antiemperyalist savaşımını zafere eriştiren “1919 Ruhu”ndan esinlenmesinde yatıyor.

12 Aralık 1996’da bir ödül töreni için gittiği Küba’da Fidel Castro ile görüşen Dursun ÖZDEN kendisine “Türkiye’de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro’yu çok seviyorlar ve sizleri mutlak önder olarak kabul ediyorlar...” der. Bu sözlere Castro’nun verdiği yanıt çok anlamlıdır:

“Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?... Devrimci ATATÜRK bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır...”

Mart 1997 de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Fidel Castro, yaptığı konuşmada şöyle der:

“Asıl devrimci M.Kemal Atatürk’tür. Ben bir devrim yaptım, ama O’nun yaptıklarını asla başaramazdım.” “Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın...”

Fidel Castro’nun bu sözleri karşısında heyecanlanmamak mümkün mü?
Bu bağlamda son yıllarda Latin Amerika ülkelerinde esmekte olan “ulusalcı ve antiemperyalist rüzgarda” Mustafa Kemal ışığının etkisi yok mudur sizce?...
O Mustafa Kemal ışığıdır ki; doğudan batıya, güneyden kuzeye, birçok halk hareketini ve halk önderini etkilemiştir. Örneğin, çağdaşları Lenin ve Churchill kendisini hep takdir etmişlerdir. Örneğin, 1935’teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao’nun ilk sözleri şöyledir:
“Ben, Çin’in Atatürk’üyüm..”


Ve 1948’den bugüne dek, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki 8. ve 9. sınıflarda Yakınçağ Tarihi derslerinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri okutuluyor.Peki, Atatürk ışığı dünyanın dört bucağını aydınlatırken Türkiye’de neler oluyor? Ne yazık ki ülkemizde bir yandan gericiler ve yobazlar diğer yandan Che, Castro, Lenin, Mao gibi devrimci liderleri sözde örnek aldıklarını sanan “uçuk solcular”, Atatürk’ü ve düşüncelerini yıpratmak için herşeyi yapıyorlar. Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri de Atatürk’e karşı olan her türlü gerici ve bölücü hareketi destekliyorlar. Bu tür çalışmalar yurt dışında da sürüyor.

İşte sizlere iki örnek:
Birincisi,Küba polis şefi Carlos Fernandez’in yaptığı açıklamaya göre:
“Başkent Havana’daki 13/K parkında, birçok dünya liderinin büstlerinin olduğu yerde bulunan Atatürk büstü, Havana Karnavalı için çeşitli ülkelerden gelen “Kürt kökenli gençler’ tarafından 26 Temmuz 2007 günü yerinden sökülerek yok edilmiştir...”

İkinci örnek ise çok düşündürücü:
“Annan Planı gereğince KKTC’deki ortaöğretim okullarının ders kitaplarından Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı konuları çıkarıldı...”

Son yıllarda ülkemizin üzerine çöken kara bulutların dağıtılabilmesi için; öldürüldüğü gün Che’nin sırt çantasından çıkan NUTUK’u kendimize rehber edinmemiz gerekiyor.

Cemal Sağmen





(a)

12 Eylül 2009 Cumartesi

Suyun anlatımı...





SUYUN YEDİ RENGİ

SU HAYATIMIZDIR
Su cansızdır olabilir ama can susuz olamaz.
Canlı olan her şeyin kaderi su üzerine yazılmıştır.
Nerede can varsa orada bir su arayışı vardır.
Madde sanki suyun dudağından emer gibidir hayatı.
Hayat ateşi, önce suyun duru ayinesine düşer,
öylece görünür olur.
Onun içindir ki, bir canlıya baktığımızda
yarıdan fazla suyu görürüz aslında.
Her canlı bedeni su üzerine yazılmış yazı gibidir.
Öyle ki yüreğimizin yüreğinde her an bir su
Şelalesi’nin ritmik akışını duyarız,
beynimizin çeperlerinde suya yazan
bir kalemin vuruşlarını ağırlarız.
Şah damarımızdadır su.
Şah damarımızdır su.
Su kanımızdır.
Su,yüreğimizde ‘can suyu’muzdur.
Su hayatımızdır.
“Ab-ı hayatımız”dır.
Su,Muhyi’den ihya dokunuşu,
Hayy’den diriliş nefhasıdır.

http://omersabrikursun1.spaces.live.com/arşiv/dalga4ls4.gif/Image Hosted by ImageShack.us
SU YAKINIMIZDIR
Tohumlar bir damla suyun dokunuşu ile uyanır.
İnsan gün ışığına suyun dokunuşu ile uzanır.
Su bizi bize yakınlaştırır, eşyayı birbirine yakın eyler.
Su var oluşumuzun ele avuca gelmez ilmeği gibidir.
Suyun aktığı yerde, suyun coştuğu yerde,
 suyun uğradığı yere yakın durur hayat;
suya tutunur ve yeşeriverir, canlanır ve neşelenir.
Suyun yokluğu eşyayı birbirine uzak eyler,
canlıları tarif edilmez bir ayrılığa düşürür,
bitimsiz bir boşluğa iter.
Su yakınlıktır.
Tüm dağılmışlıklar suyun billur
dokunuşunda kristalleşir,
tüm uzaklıklar suyun serin yüzünde son bulur.

Su varlığın tanıdık sahili,
buluşmaların şeffaf gülü,
birleşmelerin tanıdık köprüsüdür.
Su sahilimiz, gülümüz, köprümüzdür.
Yakınlığı “aramızdan su sızmıyor” diye tarife kalkanlar,
aramızda su olmasaydı bütün yakınlıkların,
birleşmelerin ve buluşmaların eriyeceğini hatırlamalı..
Su, Mahbub’dan yakınlık müjdesi,
Vedud’dan dostluk habercidir.

http://omersabrikursun1.spaces.live.com/arşiv/annyblogarnatura0ro9odwmw9.gif/Image Hosted by ImageShack.us
SU RENGİMİZDİR
Renksizdir su ancak tüm renklerin boyalarını
ödünç aldığı da sudur.
Suyun olmadığı bir dünyada rengin
elbette sözü edilemez.
Gülün alı, yaprağın yeşili, göğün mavisi..
hepsi suyun yüzünde gerçekleşir.
Suların çekildiği yerde renkler ölür.
Su varoluşun rengi ve ahengidir.
Tüm renkler su üzerine yazılmış gibidir.
Reng ahengimizdir su...
Su, Mülevvin’den gözümüze gökkuşağı,
Musavvir’den gönlümüze ahenk boyasıdır.

http://omersabrikursun1.spaces.live.com/arşiv/elfewasser2esii7io6fy2.gif/Image Hosted by ImageShack.us
SU SURETİMİZDİR
Su biçimsizdir ancak biçimlerin biçimlendiği kalıptır.
Suyun olmadığı yerde bozulma,
çürüme, pörsüme, erime başlar.
Su hiç biçime girmese de,
Eşya’nın biçimlenmesinde ve suretlerin
güzelleşmesinde vazgeçilmezdir.
Su, girdiği her kabın biçimini alırken,
kalıbımızı giyinmeye hazırlanır,
kalbimizi okşamaya koşar.
Yüzümüzün güzelliği suyun gezinişiyledir,
gözümüzün nuru suyun yoklayışıyladır,
kalbimizin kalbi suyun akışıyladır,
kalıbımızın kalıbı suyun suretiyledir.
Su, Cemil’den güzellik dokunuşu,
Latif’ten estetik okşayışıdır.
http://omersabrikursun1.spaces.live.com/arşiv/87761387dc7od8.gif/Image Hosted by ImageShack.us
SU LEZZETİMİZDİR
Tadı tuzu yoktur,ancak hayatın tadı tuzu suyla gelir.
Tuz suda kıvama erişir,şeker suda tadını bulur.
Hayatın tüm lezzetleri suyla gerçekleşir,
suyla hissedilir hale gelir.
Hiç bir lezzet suya uğramadan gelmez damağımıza..
Dudağımıza kurulmuş sofra,
dilimize sunulmuş çeşni gibidir su.
Her nimet bu sofraya uğrar,
her lezzet bu çeşniye katılır.
Eşsiz baharatımız, vazgeçilmez katığımızdır su.
Su, Rezzak’tan dilimize çeşni lütfu,
Rahman’dan cismimize tat sunağıdır.

http://omersabrikursun1.spaces.live.com/arşiv/3dgoldenautumnaniss215oy6.gif/Image Hosted by ImageShack.us

SU ŞİİRİMİZDİR

Su sadedir, ancak karmaşanın buluştuğu yerdir.
Su çoktur, ancak eşsizdir.
Kolay elde edilebilir gibidir ancak tek bir
damlası bile taklit edilmez bir cevherdir.
Bir şiir gibi, sade ama bi’tanedir,
“sehl-i mümteni” söyleyişi gibi basitlik içinde
kainatın en karmaşık ilişkilerini anlatır gibidir.
Sadelik ve güzellik suda buluşmuşlar ve orada
öylece beraber kalmış gibidirler.
Şiir söze su verip onu çelikleştirmek ise,
su da sözün kılıç gibi keskin ve elle tutulur halidir.
Su şiiri anlatmaya yeter belki,
ama henüz hiçbir şiir suyu anlatabilmiş değildir.
Oysa, su kâinattaki her olayın kafiyesi,
varlığın gözümüz önünde akıp duran şiirinin
doyumsuz nakaratıdır.
Su kainatın konuşmasının ahengi,
Var oluşumuzun şiirli üslubudur.
Su Mütekellim-i Ezelî’den dudağımıza
dökülmüş cismanî bir şiir,
Rahman-ı Rahim’den yüreğimize indirilmiş
müşfik bir sözdür.

http://omersabrikursun1.spaces.live.com/arşiv/fallslakecg8.gif/Image Hosted by ImageShack.us

SU HERŞEYİMİZDİR

Su hiçbir şeye benzemez ama her şeye de benzer.
Herkese yakındır, herkesledir.
Her şeyin yanındadır ve her şeyin özüne girer,
Her şeyin yüreğine sokulur,
her şeyin cisminde bekler..
Bununla birlikte her şeyden ayrı kalır, ayrık durur.
Hiçbir şey suyu bulandırmaz; hiçbir şeyin kiri
O’nun duruluğuna dokunmaz.
Yine su olarak kalır, bozunmaz, dağılmaz,
özünü bulandırmaz.
Her şeyin yanında durur,
ancak her şeyden duru kalır su.
İnsan yüreğini her an yokladığı gibi,
gökleri dolaşıp el değmedik coğrafyalara uğrar.
İşte böylesine her şeydir su.
Herkesle ortaklık kurmaya hazırdır,
ancak bir tanedir.
Her birimizin yanında ancak her birimiz için özeldir.
Su, Ehad’den boynumuza dolanmış eşsiz incidir,
Samed’den gözümüze takılmış
paha biçilmez pırlantadır.

http://omersabrikursun1.spaces.live.com/arşiv/Image Hosted by ImageShack.us Dr.Senai DEMİRCİ
Düzenleme;Ömer Sabri KURŞUN








17 yaş ve geçmiş zaman.


17 yaş duygularımla şimdi ki zamanda olabilirimiydim?...
http://kursunsabriomer.blogspot.com

Sağda solda heryerde onu görürsün,duvarın her bir karesine adı kazınmış,resmi asılmıştır sanki.
Sadece onlar seyredebilir, aşk için dökülen gözyaşını. Her bir pürüzü, göz yaşı damlalarını ifade eder, senden başkasıda göremez zaten pürüz yada resim. Kapısı yoktur o duvarın, istediğin yöne koş aşkın karşındadır, elini uzatsan elinden tutacaksındır adeta.

Öyle çok seversin ki onu,kapı aramaya gerek kalmaz artık,yanındadır işte baş baş başasın dır,yalnızlığın ve sen.
Yere boylu boyunca uzanıp hayalinde yaşarsın onu. Hiç bitmesin istersin bu hayal,hiç uyanmamak istersin rüyadan.
Uykuya dalmış olmanda bir şey değiştirmez.Artık duvarların yerini göz kapakların alır o saniye.
Çevresinde yine onun ismi, resmi vardır.

Bu sefer ne görüyorsun?
Yine nerdesiniz onunla baş başa?
En sevdiği sahilin kayalıklarında mı oturuyorsunuz?
Yoksa mis kokulu çiçeklerin yanı başındaki ağacın altında aşk mı yaşıyorsunuz?
Belki de beyazlar giymiştir bu sefer,şahitler huzurunda nikah memuruna evet diye bağırıp,dudağına yapışıyordur.

Olamaz mı?
Olur elbet, neden olmasın. Sonra rüya biter gerçeğe uyanırsın. Gerçek rüyalardaki kadar mükemmel değildir.
Peki, hiç mi mükemmel olmayacaktır?
Hiç mi aşkını yaşayamayacaksın gönlünce?
Senin onu sevmen sanki umurunda değildir.Tek bir kelimenle çocuk muamelesi görebilirsin,duygularınla rahatça oynayabilir. Seni sen yapan değerleri hiçe sayar adeta.İşte bu aşkın ikinci yüzüdür.
Sonra ayrılırsınız, yıkılırsın birden, anılardan kurtulmak, acısını unutmak gibi bir lüksün hiç olmayacaktır artık.
İşte bu zamanlarını dört duvar arasında yani odanda geçirmek istersin, sırdaşın duvarlara anlatırsın olanları, onu yine onsuz yaşarsın hayaliyle.

Peki, o ne mi yapar?
Kim bilir belki seni çoktan unutmuştur, Belkide yeni aşklara yelken açmıştır bile, yoksa kahkaha maskesinin altına saklanıp
o da içten içe yiyip bitiriyor mudur kendini?

Evet yaşım 17 belki henüz gözünüzde çocuk sayılırım.
Önümde uzun yıllar olabilir. Ben her gülü koparıp koklamaktansa, ilk dokunduğum gülle ihtiyarlamak istiyorum.
Aşk öyle güzel bir duygudur ki, hiç ümidin kalmadığı anda hayata bağlar insanı.
İşte örnek, hayatımda hiç kimse için güzel sözler yazmamış olan ben, gece yarısı 01,28 de elimde kalem defterimi dolduruyorum.

Nerde miyim?
Tabiki dört duvar arasında odamdayım.
Peki, az sonra ne mi yapacağım?
Rüyalarımda onu bir kez daha yaşayacağım.


Son durak...

Eğer 9 Canlı Bile olsaydın,
An Fazla 8 Kez Kaçabilirdin Ölümden!
Bil ki 7 Düvele Sultan Dahi Olsan,
kursunsabriomer.blogspot.comYerin 6 Mekân Olacak Sana.
En Fazla 5 Metre Kumaş Götürebileceksin!
Kapatacaksın 4 Açsan da Gözlerini!
Bu 3 Günlük Fani Dünyada.
Azrail’e 2 Kat Olup Yalvarsan da Nafile,
Ecel Geldiğinde 1 Gün Öleceksin! ;
İşte, O An Her şey 0 dan Başlayacak.
Çünkü;ÖLÜM BİR YOK OLUŞ DEĞİL, YENİDEN DiRiLiŞTiR!

Ömer Sabri Kurşun

http://kursunsabriomer.blogspot.com


Bu sayfada

Dakika

Saniye
Misafirim oldunuz




https://kursunsabriomer.blogspot.com[diploma.gif]
Diploma  of  Ömer Sabri KURSUN