Powered By Blogger

GİRİŞ

Düşüncelerim,benim hayatım için seçtiklerim ve değiştirmenin yolu da kabullenmek, herşey için öncelikle şükretmek...
Kocaman bir evren kollarını açmış kucaklamak için bizi bekliyor.
Ve emin olun ki dünya hepimizin etrafında dönüyor...
Belki farkındasınız belki de değilsiniz ama gerçek bu!
Düşüncelerimiz ne ise biz o’yuz...
Yani bugün yaşadıklarınız, geçmişte kendiniz için düşündüklerinizin toplamı!
Gelecekte yaşayacaklarınız ise bugün ki düşünceleriniz ile şekillenecek tabii ki.
Bugün sahip olduğunuz herşeye şükrettiğiniz, teşekkür ettiğiniz ve istemeye devam ettiğiniz sürece...
Sahip olduğumuz(düşünce gücüyle)enerjiyle, olumlu ya da olumsuz düşündüğümüz her şeyi hızla hayatımıza çekiyoruz...
Ve çok ilginç insan bedenindeki enerji miktarı yaşadığı şehri(ne kadar büyük olursa olsun) bir hafta boyunca aydınlatacak kadarmış.
Şimdi geçmişe şöyle bir baktığımda içsel anlamda bunu bildiğimi fark ettim ve farkında olmayarak kullandığımı.
Ama önemli olan farkında olmak dolayısıyla hatırlamayı hatırlamak...
Şimdi farkındayım!

Ömer Sabri KURŞUN

Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma!Taşıyamazlar,kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar...
Üç çeşit dost vardır;birincisi ekmek gibidir her zaman istersin.İkincisi ilaç gibidir lazım olunca ararsın.
Üçüncüsü mikrop gibidir o gelir seni bulur.
*****
Karıncaya sormuşlar; '' nereye gidiyorsun?'',
'' dostuma'', demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca; '' olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş...
Yolunda ölünecek dostlara...


https://kursunsabriomer.blogspot.com
Çeşit çeşit insanlar yanıltmasın sizi;
yalancılar, dürüstler, düz insanlar, zorbalar..
Gülümseyen kalpler arayın, az da olsa etrafı tarayın.
Gözlere mi sakın ha aldanmayın, sözlere hele hiç kanmayın.
Haydi rast gele...
Ş A N S I N I Z A...

18 Ağustos 2009 Salı

İçime Döndürdüm Suyun Gözesini...


http://omersabrikursun.blogcu.com


              Kim bu adam..?
              Nerede doğdu,
              ne zamandı..?
              Yerini de,
              zamanını da
              seçemediğine göre
              ne önemi var ki..?

              Nasıl yaşadığına gelince...
              Bir hayrat çeşmesi gibi işte.
              Kimi bir yudumda kaldı,
              kimi avuç avuç aldı.
              Eş oldular aldılar,
              dost oldular aldılar,
              sevgili oldular aldılar.
              Almanın değil sadece,
              vermenin de mutluluk olduğunu
              hiç ama hiç anlayamadılar.

              Şimdilerde içime döndürdüm
              suyun gözesini.
              Yüreğim İrem bahçeleri gibi.
              Çiçeklerimi, ağaçlarımı suluyorum.
              Yeşilin her tonuyla beziyorum.
              Üzerine benek benek
              tül bulutlar serpiştirip,
              masmavi bir gökyüzü örtüyorum.

              Sevgiyle...
              Sevdiklerim,
              sevdiğimi bilmese de.


(a)


17 Ağustos 2009 Pazartesi

MUTLULUK



Herkes bir arayış içinde,ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.
Sanıyoruz ki çok paramız,sürekli yükselen bir kariyerimiz,bahçeli bir evimiz,spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.

Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi?
Çevremiz de kaç kişinin aşk hayati iyi gidiyor?
Eminim parmakla sayılacak kadar azdır.Ve eminim hiç kimse yanlısın nerede olduğunu da bulamıyordur. Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım.Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki?

Evet,önce göz görür fakat ancak ruh sever.Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir sansımız olmadığına da eminim...

İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

Gerçekte hız çağında yaşıyoruz.Her şey o kadar hızlı gediyor ki,ne işe,ne arkadaşlarımıza,ne ailemize,ne çocuğumuza,ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor.Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz.Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.

Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz.Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık,çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.İşlerimizi bir telefon,bir faksla hallediyoruz.Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor.Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında.Ama yine de vaktimiz yok işte!
Bence doğanın kara bir laneti Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor.

Milan Kundera 'yavaşlık' adli kitabında; 'yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur'diyor.

Telefon hızlılık mesela,konuşulanları, söylenenleri unutturur.Mektupsa yavaşlık,hep vardır ve hep hatırlatır.Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok.Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.

Aceleye ne gerek var?

Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer.İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş... Her şey bizim elimizde, sevgi de,aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

Can DÜNDAR




Geldim işte...


" Geldim işte mevsim gibi kapına...Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ...Açılan bir gülsün sen,yaprak yaprak.....Ben aşkımla bahar getirdim sana...."

http://omersabrikursun.blogcu.com

Yeşil pencerenden bir gül at bana
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına,
Gözlerimde bulut,saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana.
Tozlu yollardan geçtiğim uzak
iklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen ağır
Goncanın altında bükülmüş her sak;
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin yasemin, karanfil,zambak...

Bir kuş sesi gelir dudaklarından
Gözlerin gönlümde açar nergisler,
Düşen bin öpüştür yanaklarından
Mor akasyalarla ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıklarla dolacak kalbimin içi..
Geçiyorum mevsim gibi kapından,
Gözlerimde bulut,saçlarımda çiğ.




15 Ağustos 2009 Cumartesi

AİLE...


“Görüyor musun?” diye sordu.
Güneşin dokunduğu kirpiklerinin gölgesi göz kıvrımlarına doluyor,seçilemeyecek kadar silikleştiriyordu derin çizgilerini. Servilerin sık dallarından seken kızıl ışık hüzmeleri her vurduğunda,burnunun ucuna serpili lekeler ay tozu gibi parlayıp sönüyor ve kora dönüyordu yanağının üst tümseği.Hüzmelerin her çekilişindeyse,ızdırabın ak yüzü çıkıyordu yeniden açığa; soluk ten,yerçekimi kuvvetince uzamış gözenekler,köprücük kemiğinin oluşturduğu çukurda birkaç tabak yığılmış deri ve o deriyi seyrek dokulu bir kadife gibi örten incecik,şeffaf tüyler…Kırklarının ortalarındaydı o zamanlar.Ama yaşanmamış daha pek çok yılın usturası dolaşıp geçmişti sanki bedeninden,hastalığının o son dönemlerinde.
Gülüşü çilek kokardı eskiden.Artık kesif bir zencefil esintisi vardı zoraki kıvrılan dudaklarında.Mutsuzdu.Saklayabildiğini sanırdı,ancak suya değen bir yağ damlası kadar.Yine de ağlamazdı,söylenmezdi.Gecenin şakaklarında birkaç damla terdi gözyaşları.Hüznünün önüne koyduğu bentleri özenle kaldırır,yol verirdi sayılı gözyaşlarına,pencere önündeki ahşap kollu koltukta.Cıva olur kalırdı o yaşlar, sabaha dek.Gün doğumuna yakın süpürürdüm gece dökülen cıva toplarını; pencere önünden, ahşap kollu koltuktan, sömürülmüş izmaritlerden ve kalan son damlayı da içten bir öpücükle göz çukurundan,o henüz uykudayken.Bilmediğimi sanırdı,hiç iz bırakmadığını…O yüzden derin ve uzun bir uykudan uyanmış gibi taze gülümseme yerleştirmeye çalışırdı bakışlarına.Bilmiyormuşum gibi… Anlamıyormuşum gibi…
“Görüyor musun?” diye soruyordu,pürüzsüz taşı okşayarak yükselen gül ağacının yaprağındaki bir öbek teri işaret ederek.
Görüyordum tabii,görüyordum görmesine ama yine katıksız gerçeklerin oya gibi işlenerek,katlanılabilir görünmesini sağlayan konuşmanın başlamasını istemiyordum.
“Neyi?”
Bakışlarındaki parlaklığın söndüğünü fark edebilmiştim, başını sık ağaçların ıssızlaştırdığı aralıktan kalabalık dünyaya doğru çevirirken.Birkaç metre ötedeki sınır duvarının hemen bitişiğinde yanıp sönen ışıklara bakıyorduk birlikte;yeşil,sarı, kırmızı…Sabırsız kornalara insan sesleri karışıyordu.Yolun karşısındaki dükkânlardan birinden çekiç sesi çalınıyordu kulağıma.İki genç kız tiz sesleriyle gülüşüp,heyecan paylaşıyorlardı.Ağır ağır seyreden bir kamyonetin megafonundan,metalik bir ses yankılanıyordu;“Halı, kilim saçaklarına,yolluklara overlok yapılır…”
Bunlardı yaşamın gerçekleri.Gül yaprağındaki su damlacıkları,taze sürgün vermiş bir çiçeğin kokusu, toprağın yağmurla,buğdayla,ateşle soframıza ak bir ekmek olarak gelişi içinde aranacak anlamlarda değildi gerçek benim için o yıllarda. Onun, salt gerçeklere hayatın kanıksanmış mucizeleri kılıfını giydirmeye çalışması ve ‘bize’ şu sınır duvarı dışında yaşananları incecik bir tülle örterek gösterme çabasıydı gerçek olan.En yalın gerçek ise, yakın bir zaman sonra beni terk edeceğiydi.
Düşünüyordu.Az önce başlamaya çalıştığı konuşmayı,anlamazlıktan gelen sorumla kesmiştim.Anlamamış olma ihtimalimin olmadığını biliyordu.Çünkü benzer şekilde başlayan konuşmalar, neredeyse iki yıla yakın süredir aramızda geçiyordu. Ölümün ‘sevimli’ yüzüne dair öğrenmem gereken konuları içeren, katlanılmaz ders yılları içindeydik.Ölüm her canlı için kaçınılmazdı.Ama bu bir son değil,başlangıç anlamını taşırdı ona göre.Bedeni ölümle çoğalacaktı;topraktan suya, çiçekten meyveye dağılacaktı tüm hücreleri.Ölümü bu dünya için kayıp değil,bir kazanç olacaktı. Bedenî ölümünden sonra,bulunmaktan en mutluluk duyduğu yerde,doğada,erinçle yaşadığı düşüncesiyle mutlu olacaktım ben de.Doğanın dengesine her baktığımda ondan bir detay görebilecektim. Kendimi yalnız hissetmemeli,yaşamdan fikrî olarak olabildiğince kazanç elde etmeye bakmalıydım.Bana o bir öbek yaprak terini işaret ederken, yine aynı öykünün başlayacağını anlamış ve soruya soruyla karşılık vererek teklifi geri çevirmiştim.
Düşünüyordu.
“Niye yalnızız?” diye sordum sessizliği fırsat bilip,“Niye yalnızız anne?”
Henüz on beşimdeydim, annemin ölmeden önceki son baharında, sonbaharımızda.Defalarca geldiğimiz o mezarlıktaydık yine.Ve her seferinde olduğu gibi yine bambaşka bir mezar taşı gerisinde duruyorduk; tanımadığımız,bilmediğimiz bir isme ait,bir avuç toprağın başucunda.Uzun yıllardır giderdik mezarlıklara.Sanki özel birini arar gibi…Çoğunlukla annemin yılgın arayışları tanımadığımız birinin mezarı başında edilen dua ve mutlaka elinde taşıdığı tek dal çiçeği mezarlığa bırakmasıyla son bulurdu. Kimi, neyi aradığımızı defalarca sormuş,her seferinde aynı açıklamaya inanmaya mecbur bırakılmıştım; soyağacımızda kuruyan yapraklar bu mezarlıklara serpiliydi. Kimin, hangi cilalı taşın altında yattığını bilmemizin bir anlamı yoktu.Sonuçta ölüm herkesi eşit kılardı.Ve tüm yitirdiklerimizin anısına gidiyorduk mezarlıklara.Ölümün bile herkesi eşit kılmadığını,saray gibi süslenmiş,gösterişli mezarlar gördüğüm zaman anlayabiliyordum.Tıpkı gerisinde durup, anlamsızca hüzünlendiğimiz o mezarda olduğu gibi.
“Anne? Niye yalnızız? Şu dünyada kan bağımız olup da yaşayan hiçbir kimsemiz yok mu?Hepsi mi toprak altında?” Suskunluğu sorularımı alevlendiriyordu. Yıllardır sormaktan men edildiğim bir soru dilimden kayıp saçılmıştı ortalığa, “Neden babamın ailesini bulmuyoruz anne?”
Tanımadığım, bilmediğim bir babam vardı benim. Kimliğimde dahi adı geçmeyen bir babam…Sadece ‘ölü’ olarak tanıtılmış ve hakkında konuşulmayan biyolojik bir babam vardı.Annemin kocası olamamış bir babaydı bu. Bizi yasal bir kuruma ulaştıramadan bedenini terk etmiş bir babaydı yıllardır kısacık cümlelerle anlatılan.
Sorumu duymamış olduğunu sandım.Çünkü her zamankinin tersine yüzünde kırılgan bir gülümseme vardı annemin bu kez.Başını yana yatırmış bakıyordu mezar taşına.Bir süre ışığı gölgelenmiş kızıl saçlarında,tüm yorgunluğuna inat dimdik yükselen gür kirpiklerinde bakışlarımı dolaştırdıktan sonra,ılık ılık gülümsediği mezar taşına çevirdim ben de gözlerimi. Boş gözlerle süzdüğüm sıradan mezar taşının bir köşesine,küçücük harflerle bir dörtlük kazındığını fark etmiştim bir süre sonra.

Cam yeşili bir kız çok kirpikli
Saçları nasıl karanlık bir kızıl
Örtülü bir güzellik benzeri olamaz
Dudaklarındaki kan etkiliyor asıl
Duyarlığı alıngan gönlü ikircikli
Ne yazsam ona tutsak Adı Şehnaz (*)


Şehnaz! Bu annemin adıydı. Kızıl saçlar, gür kirpikler… Annemi anlatıyor olmalıydı bu dörtlük. Çok heyecanlanmıştım. Ama dilim çözülemiyordu bir türlü. Yanlış kelimelerle başlayacağım konuşmanın, çok yaklaştığım bir gerçeği yine cevapsız bırakabileceği endişesi içindeydim.Bu kez annem benim suskunluğumu fırsat bilip söze girdi:“Çünkü oğlum, aile kralların bile giremediği bir kaledir.** Biz, sen ve ben o kaleye vaktiyle giremedik.Bundan sonra,benim ölümümden sonra da seni kabul edeceklerini hiç sanmıyorum.”
İlk kez baştan savma cevaplarla susturulmamıştım.İlk kez kontrol altında tutmaya çalıştığı kızgınlığına hedef olmamıştım.İlk kez, bu soruyu ona sorduğum için pişmanlık duymamıştım.Sanki bu sözleri,ölümünün ardından benim gelecek yaşamımı kontrol etmek amacıyla söylemiş gibiydi.Bir vasiyetti sanki.
“Yalnız kalacağım, tamamen yalnız! Bunun senin için bir anlamı yok mu? Küçük bir aileden geldiğini söylüyorsun ve tümünü yitirdiğini. Ama en azından babamın ailesinden birileri mutlaka yaşıyordur.Belki bir dedem, babaannem,halam,amcam,kuzenlerim falan vardır,bilmek istiyorum bunları.Arkamda birilerinin olduğunu hissetmek istiyorum.Henüz on beş yaşımdayım anne.Hastalığın seni çok yakında benden ayıracak ve bu dünyada yalnız kalacağım.Ne zorluklar çekebileceğimi hiç düşünmüyor musun?Bunun için bile o kaleye bir daha girmeye çalışmaya değmez mi?”Hedefsizce çıkıyordu sözler ağzımdan, ağlıyordum.Dahası, korkuyordum!
“Bunu başarabilecek güçtesin,emin ol.Evet vardır,birileri mutlaka hayattadır.Ama babanın ailesini tanımış olmanın sana hiçbir yararı olmayacaktır. Bana güven lütfen. Hatta bu, yarardan çok zarar getirecektir.Baban öldü.Çok yıllar önce.Düşün ki kimsesi olmayan biriydi.O zaman da bu soruları soracak mıydın? Sonuç değişecek miydi?Yine benden sonra yalnız kalacaktın. Lütfen oğlum, lütfen! Çok yorgunum.Gitmek istiyorum.Eğer izin verirsen bu konuyu kapamış olduğumuzu varsayıyorum.Sana hiçbir şey kazandırmayacak bir aileyi tanımak için bundan sonra çaba harcamayacağını umuyorum.”
Kim olduklarını bilmemin bana hiçbir şey kazandırmayacağı bir aile…Soyadını alamadığım bir baba…
Birkaç gün sonrasında annem,pencere önündeki ahşap kollu koltukta bırakıp gitmişti bedenini.Ne bir yaprak kokusu, ne toprağın nimetleri,ne ateş,ne su…Ölüm,-yıllardır aldığım derslere inat- o günden sonra doğanın dengesiyle değil,yalnızca soğuk ve tek başınalık haliyle kazınmıştı belleğime.


“Görüyor musun?”diye soruyordu şimdi karım,bir mezar taşını işaret ederek.Yıllar önce kaybettiği babasına mutlu haberi vermek için gitmiştik oraya.Bir bebeğimiz olacaktı.Mutluyduk.Yani her şey sıradan bir mutlu son öyküsündeki gibiydi.Birkaç yıl öncesinde tanıdığım bu çilek kokulu gülüşü olan kadın, bana kocaman bir ailenin kapısını açmıştı.Birçok kişinin dâhil olmak isteyeceği, kalabalık, mutlu, güçlü ve ziyadesiyle varlıklı,geniş çevrelerce tanınıp,bilinen bir aile…Yıllardır sahip olabilme arzusuyla yanıp tutuştuğum ve ödül olarak en sonunda karşıma çıkan bir aile…Dayılar,teyzeler,halalar,kuzenler,kardeşler ve yeniden bir anne sahibi olmuştum bu ailede.Ve tabii harika bir eş…Mükemmel bir kadın…Doğacak çocuğumun müstakbel annesi…Ama ‘baba’ diyebileceğim kişinin varlığı eksikti bu ailede de.Hatta hiç kadar az geçerdi sohbeti aralarında.Hissettirilmemeye çalışılsa da,sanki onlarda da tabuydu baba kişisi hakkında sohbet edilmesi.Alışık olduğumdandı belki,üstelememiştim ben de.Sahip olduğum değerler gölgeliyordu merakımı.
Bugün, bugün aralanıyordu ‘baba’yla ilgili üstünde durmağım gizem kapısı. Karımın işaret ettiği mezar taşında susuyordu belleğim.Kırılıyordu içimde yükselen kocaman huzur ağacının dalları.
“Hiç unutmuyorum, söz verdirmişti bana,” diye anlatmaya başlamıştı karım,“ölümünden bir gün önce, yalnız kaldığımız o dakikalarda.‘Kızın olursa bir gün,Şehnaz adını da ekle adları arasına,’demişti.Küçücük bir çocuktum Ayhan.Nedenini bilemiyordum ama söz vermiştim.Vasiyetinin ilk maddesi bu mezar taşında yazılı dörtlüktü.Defalarca sesinden dinlemiştim bu şiirin mısralarını. Biliyor musun,ailemden hiç kimse babamdan bana iletilen bu vasiyeti dikkate almamıştı. Neden böyle büyük bir öfkeleri vardı hiç bilmiyordum.Ama onları ikna edebilmek için,o çocuk yaşımda açlıkla dikilmiştim karşılarına.Yemedim,içmedim bir süre.İkna oldular en sonunda…”
Yıllar önce annemle son mezarlık ziyaretimizde bir mezar taşı üzerinde okuduğum o dörtlüğe bakıyordum yeniden.Şairin dizelerinde adı geçen Şehnaz…Karanlık kızıl saçlı…Çok kirpikli…

Ah anne, burada mısın şimdi? Şu gül ağacının yaprağındaki bir öbek damlada mı gizlisin? Yoksa şu topraktan taze sürgün vermiş yaprakta mı?İzliyor musun olanları?“Kim olduklarını bilmemin bana hiçbir şey kazandırmayacağı bir aile,”diyordun hep.Hâlâ aynı şeyi söyleyebilir misin?
Benim gücüm şu noktada tükendi,acaba sen karıma gidip kardeşinin çocuğunu taşıdığını söyleyebilir misin?


(*) Atilla İlhan – Saklı Sevda adlı şiirinden.
(**) Emerson

DÖNDÜM MÜ BİLMİYORUM..


http://kursunsabriomer.blogcu.com

Kavgayı agacın bir yaprağına yazmak isterdik
Sonbahar gelsin,yaprak kurusun diye!
Öfkeyi bir bulutun üzerine yazmak isterdik
Yağmur yağsın bulut yok olsun diye
Nefreti karların üzerine yazmak isterdik
Güneş açsın karlar erisin diye...
Ve dostluğu.....Ve sevgiyi
Tüm yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdik
Onlarla büyüsün dünyayı sarsın diye...


Bu şiiri neden yazdın diye düşüneceksiniz belki..Ama hayatta şunu gördüm dostluklar bile bir gün bir yerde bitiyor..O kadar zorlaşmış ki gercek dostları bulmak..Hani derler ya gücüm kalmadı..Tükendim..Yorulmuş ve yine kendimi kendimde bulmuşum yazıyorum..Rüzgarın bizi nereye savuracağını bilmeden yolumuza devam ediyoruz..Kimi zaman önümüzü görmeden acele kararlar vererek hareket ediyoruz..Bu kararlar öyle anlar geliyor ki karşımızda ki dostları kırmamıza neden oluyor..Sonunu düşünmeden hareket edip sonrada kara kara düşünüp ben ne yaptım ne ettim diye yakınıyoruz..Ama ne yazik ki oluyor iste..Keske yapmasak ama insanoglu diyorum artık..Hayatta herşey bizler için iyide kötüde..Bana sadece geriye kalan bir avuc dolusu gözyaşı..




SEN ÜSTÜNE ALINMA LÜTFENN!!!!


http://kursunsabriomer.blogspot.com

SEN ÜSTÜNE ALINMA LÜTFEN


Biliyorum konuşucak birşeyimiz kalmadı,paylaşacak hiçbişeyimiz yok.,Yinede yüreğimden gücümün yettiği yere kadar sana sesleniyorum..seninle konuşuyorum..


Bugün sana olan kırgınlığımı rafa kaldırdım.


Sevgimi aldım avuçlarımın arasına,ona sığınıyorum..


Cümlelerimi kısalttım,kelimelerim buruk..Bir ihtimal gelişine sığındığımı farkettiysemde, engel olamadığım, gurursuz,ama umutlu hasretine..


Ben de olan seni hiç kırmadım,değiştirmedim ve hep korudum desem de,sende ki benin nasıl olduğunu anlamsız bir sıkıntıyla merak ediyorum..


İçimdeki güzelliğine inanıp inanmamanı artık umursamıyorum..!!


Anlamsız cevapsız ve sorular hınzırca sırıtıyor;benn duymamaya çalışıyorum, düşler uzak gibi görünüyor ama...........ama ,belkide görmeyi istemek gerekiyor..



Gözlerini aç desem kapatacaksın,ama kapatma..!!


Gözlerimdeki hüzün bile seni özlemiş,düşüncelerim gururlu,hayallerim ve kalbim değil..


Gelseydin, kendimi unutup sana koşacaktım, susturucaktım içimdeki isyanı,


sevinçten ağlayacaktım bu defaa..!!Mutluyken hemen sarhoş olmuşum gibi, dokunucaktım sarılıcaktım, amaaa gelmedin..!! Gelemezdin..


Belkide gelmeye hiç niyetin yoktu aslında, kendimi kandırdığımda ağlıyordum..


Sevdiğim ne çok şarkı varmış meğer bunu sen gidince anladım..!!


Her şarkıda sen varsın, her yerde, her gördüğüm insanda, denizde, gecede, uykumda...


Nasıl beceriyorsun heryerde olabilmeyi..?



Bu bir marifetse eğer, nedenn BENİM YANIMDA DEĞİLSİN..?


Gittinn..!!


Belkide hiç gelmemiştin,ben geldiğini sandım...yokluğuna ayak uyduramıyorum..!!


HeR gelişimde " bir kez daha gönderdiğin oldum"...


İnanamadığın,yenemediğin,üzerinden atlayamadığın korkuların oldum..


Yüreğindeki kadın ben olmak isterken,tozlu bir anı oldum...!!


Sesin hep uzakları çağırıyordu,ve ben üstüme alındım vee sana geldim..Sevdamın yokluğuna alışabilirim belki ama sesinin uzak yolların sonunda olması acıtıyor içimi...


En büyük silahınla vurdun beni..!!



Asıl acı olan unutulmak..!! unutulmayan olmak sende daha güzel duruyor..


Benim kırgınlığım AŞK'a sen lütfen üstüne alınma...!!!


 


HK Angel...


 




(a)


Son durak...

Eğer 9 Canlı Bile olsaydın,
An Fazla 8 Kez Kaçabilirdin Ölümden!
Bil ki 7 Düvele Sultan Dahi Olsan,
kursunsabriomer.blogspot.comYerin 6 Mekân Olacak Sana.
En Fazla 5 Metre Kumaş Götürebileceksin!
Kapatacaksın 4 Açsan da Gözlerini!
Bu 3 Günlük Fani Dünyada.
Azrail’e 2 Kat Olup Yalvarsan da Nafile,
Ecel Geldiğinde 1 Gün Öleceksin! ;
İşte, O An Her şey 0 dan Başlayacak.
Çünkü;ÖLÜM BİR YOK OLUŞ DEĞİL, YENİDEN DiRiLiŞTiR!

Ömer Sabri Kurşun

http://kursunsabriomer.blogspot.com


Bu sayfada

Dakika

Saniye
Misafirim oldunuz




https://kursunsabriomer.blogspot.com[diploma.gif]
Diploma  of  Ömer Sabri KURSUN