Ömer Sabri Kurşun

Uğruna ölmekse eğer seni yaşatmak,bin defa ölürüm de adına leke sürdürmem...
Gururdur, namustur bayrak ve sancak, aksa da kanım korkma; haini güldürmem...
"Bankacılar paranın sahte olup olmadığını anlamak için, parayı ışığa doğru tutup,
bakın bakalım içerisinde ATATÜRK var mı, yok mu?
İçerisinde ATATÜRK olmayan adamlara iltifat etmeyiniz.
Cumhuriyete sahip çıkınız."
GİRİŞ
Düşüncelerim,benim hayatım için seçtiklerim ve değiştirmenin yolu da kabullenmek, herşey için öncelikle şükretmek...
Kocaman bir evren kollarını açmış kucaklamak için bizi bekliyor.
Ve emin olun ki dünya hepimizin etrafında dönüyor...
Belki farkındasınız belki de değilsiniz ama gerçek bu!
Düşüncelerimiz ne ise biz o’yuz...
Yani bugün yaşadıklarınız, geçmişte kendiniz için düşündüklerinizin toplamı!
Gelecekte yaşayacaklarınız ise bugün ki düşünceleriniz ile şekillenecek tabii ki.
Bugün sahip olduğunuz herşeye şükrettiğiniz, teşekkür ettiğiniz ve istemeye devam ettiğiniz sürece...
Sahip olduğumuz(düşünce gücüyle)enerjiyle, olumlu ya da olumsuz düşündüğümüz her şeyi hızla hayatımıza çekiyoruz...
Ve çok ilginç insan bedenindeki enerji miktarı yaşadığı şehri(ne kadar büyük olursa olsun) bir hafta boyunca aydınlatacak kadarmış.
Şimdi geçmişe şöyle bir baktığımda içsel anlamda bunu bildiğimi fark ettim ve farkında olmayarak kullandığımı.
Ama önemli olan farkında olmak dolayısıyla hatırlamayı hatırlamak...
Şimdi farkındayım!
Ömer Sabri KURŞUN
Üç çeşit dost vardır;birincisi ekmek gibidir her zaman istersin.İkincisi ilaç gibidir lazım olunca ararsın.
Üçüncüsü mikrop gibidir o gelir seni bulur.
*****
Karıncaya sormuşlar; '' nereye gidiyorsun?'',
'' dostuma'', demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca; '' olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş...
Yolunda ölünecek dostlara...

yalancılar, dürüstler, düz insanlar, zorbalar..
Gülümseyen kalpler arayın, az da olsa etrafı tarayın.
Gözlere mi sakın ha aldanmayın, sözlere hele hiç kanmayın.
Haydi rast gele...
Ş A N S I N I Z A...
3 Şubat 2009 Salı
Düşleri Gömmek
doğrusu buydu. İllaki zoru seçmek akıl işi değil mi acaba ?Sevmek,
ölesiye istemek de yeterli değilmiş demek ki. Neden her
kes aynı şeylerle avunurur durur ki. Hiç mi kendi dünyalarını
keşfedemiyorlar? Üstelik de başkalarına engel oluyorlar. Her
kesin bir düzende, bir yolda, bir istifte olmasını istiyorlar.
Neden? Oysaki dünyadaki her kişi -bilirse eğer- gerçekten
apayrı bir gizler ülkesidir. Çocukken yaptıklarını
zı düşünün. Ne düşünceler içindeydiniz. Sonra ne oluyorsa yaş
olgunlaşınca düşünceler, düşler ölüyor. Ve onları yine dirilir
diye lime lime edilen derin toprağa gömüyoruz. Bu da yetmezmiş
gibi başkalarını da aynı şeye zorluyoruz. Ona da iyilik ettiğimizi düşünü-
yoruz.
İşte, düşlerimiz ölünce biz de öldük. Salt yemek yiyoruz,
yatıyoruz, kalkıyoruz. Konuşmuyoruz, bağırışıyoruz, anlaşılmaz
bir şeyler söylüyoruz. Ama konuşmuyoruz, anlaşamıyoruz.
Bütün bu şeylere rağmen kendi adıma bazı düşleri yaşatmayı
arzuladım. Bu yüzden kendimle gurur duyuyorum. Diğer insanlar
bunu da yapmadı. Bir çok pişmanlıklarım, sıkıntılarım var. Ama,
yine de yaşamaya çalışıyorum. Ancak, biliyorum, bu da büyük bir
hüsranla bitecek. Yolun sonuna geldiğimde anlayacağım bunu.
Bakmak ve Baktığını Görmek
Bakmak, gözünü çevirmektir. Görmek, gözünle seçmektir. Bu bakımdan bakmak şahitlik, görmek akıl ve iradeyle meydana gelen bir derinliktir.
Bakan insanın görmesi mümkün olmayabilir. Bakmak, görmenin bir kademe altındadır.
Görmek ile beraber insan aynı zamanda bakmış da olur.
Demek ki bakmak ile görmek aynı şey değilken, iç içe geçmiş iki küme şeklinde görme kapsamında bakma şeklinde olur.
Görmekteki tercih iradesi, bakmaktaki emir iradesinin üstündedir. Bakılan yerden görülür. Fakat görülen yerden de aynı zamanda bakılmış olur.
Bakmaktaki şahitlik, görmekteki derinliği anlamlandırırken fark etmek ortaya çıkar.
Farkı fark etmek görmekle mümkündür. Farkı fark edemeyene bu nedenle bakar kör denir.
Bakmak, körlük nispetini yenmek suretiyle gerçekleşirken, görmek, aynı zamanda akılla beraber, kalbidir.
İnsan davranışlarının bir temel akışı vardır. Önce bunları bakmak gerekir.
Yaratılmış olarak bunları bakmak gerekir. Yaratılmış olarak bizler bakıyoruz, ya da yanlış yerlere bakıyoruz. Baktığımız zaman baktığını 'görmek' gerekir.
Görmek içinde, görmeyi istemek gerekir.
Görmek, anlamlandırmak demek. Bakıldığında göz önünde bulunanı tespit etmek değil.
Baktığımızda ânı gördüğümüze inanmak isteriz ama aslında gördüğümüz hatıralarımız, kaygılarımız, hayallerimiz, korkularımız, isteklerimiz, özlemlerimiz. Baktığımızda aslen gördüğümüz şey nesneler değil, o nesnelere yüklediğimiz anlamlar ve duygular. Yani yaşanmışlıklar.
Baktığını görmek ise bilinç işidir. Olanları görmek gördüğünü anlamak, bilinçle ilgili olup, davranmak ise ‘sorumluluk 've 'cesaret' ister.
Bakmayan görmeyen, anlamayan, kişiler bu nedenlerle bilinçsiz, sorumsuz ve korkak yaşarlar.
Dünya üzerinde birçok yaratılmışa bakarız, insanlar, çiçekler, hayvanlar ve diğer yaratılanlar değişik değişik yaratılmış, biz bunların dış dünyasını görme yoluyla bakarız. Onların güzel olduklarını anlatırız.
Bir gülün güzel açtığını, renklerinin ise ne anlama geldiğini hemen söyleriz. Sadece bunlara bakarak karar veririz.
Mesela; kırmızı güle bakarız, bize sevgiyi anlatır…
Ama ona başka açıdan bakarsak eğer, bu gül kırmızı ama dipleri sarı, neden böyle sorgulamasına da gidebiliriz. Bunu irdelemek, baktığını görmek anlamında bir örnektir. Araştırma yoluna gidilir böylece.
İnsanlara bakmakta aynıdır. İnsanların dış görünüşü herkesi etkileyebilir. Yakışıklı ve güzel olabilirler.
Âmâ bu dış görünüşten ibaret bir şeydir. Asıl olan onların iç dünyalarının nasıl olduğunu görmek önemlidir.
Hayatlarında neler yaşamıştır. Gönül hanesinde olanı dışarıya nasıl yansıttığı ve yansıttıklarının ne kadarını gerçekleştirdikleri asıl önemli olandır.
Kişi gönül hanesindeki sevgi ve muhabbeti diğer insanlara en iyi şekilde aktardığı takdirde onun hayatı açısından hangi aşamada olduğunu görebilirsiniz. Eğer içerisindekini dışarıya aktaramıyorsa dille veya yazı ile o zaman o kişi boş kutudan farklı değildir. Diğer kişilerin bunları anlaması imkânsız hale gelir.
Mesela kişi seviyorum diyor hayatta bu gönülden söyleyip karşısına aktarabiliyorsa onun içersin de olanı gönül penceresinden çıkan sözü işitebilir ona bakarken, iç dünyasına görebilirsin. Ona karşı sadece bakmazsın, bakarak onu iyi bir şekilde görebilirsin. Âmâ bakıca hemen bunları fark etmeyebilirsin. Zamanla bunları görebilirsin.
Kişi içinden gelerek hoş görü ile diğer kişilere bakabiliyorsa o zaman onların gönül dünyasında olan her şeyi görebilir ve onları daha iyi anlarsınız.
Bakış açısı burada çok önemlidir. Ön yargılı olmayıp, onunla iyi mütelalarla onun gönül ağında bulunanlardan yararlanma imkânına ulaşırsınız.
Kişi bakar hoşlanır, davranışları ile de o kişinin gönül hanesinde olanları az da olsa tanısa ona karşı sevgi duyguları artar zaman gerçek sevgiler gelişir ve pekişir.
Ve dil ucuyla değil gönülden sevgiler oluşur. Buda bilinçli olarak söylenen sözün cesaretli olarak sorumluluk duygularını kavrayarak söylenir. Bunlar yoksa bu sevgiler dilde kalır. Gönülden sevgiler yalan olur.
Sevgiler önce bakmakla başlar zamanla baktıklarını görerek karar verir.
Sevgiler böylece göz göze bakmakla gelişir.
O zaman; önce dille, sonra gönlünden geldiği gibi, “seni seviyorum” der.
Çünkü gördüğü kadarıyla kendisine uygun bulduğunu görür.
Ve düşünür… Ve ona bağlanır. İleriye doğru ilişkileri artarak gider.
Bu cesaretle yapılabilecek, önce göz sonra dil eylemi ve bilinçli olarak söylenen bir söz olur “seni seviyorum” demek...
Ama şu hususta var. Görmek istediğini, göremeyip sadece bir noktada kilitlenmekte hataların artmasına yol açar. Görürsün seversin, bu kabul.
Onu tam göremediğin, sadece baktığın için sevgiler bir noktada kilitlenir ve cesaret unsuru kaybolur. Sonrada seni seviyorum demeler yalan olur gider. Karşılıksız sevgilere döner...
Hayatı yaşama anlamında bakmak her şeye gönül gözü ile görmek her şeyin güzel olmasının dışarıya aktarımı olarak karşımıza çıkar. Bunlar gerçekleştiği zaman her ne engel olursa olsun bitmemek üzere devam eder gider. Gelecek mutluluklarla dolar. Ve geleceğe umutlarla bakılır.
Bir resme bakarak güzel olmuş diyebilirsiniz ama ressamın ne anlattığını öğrenmek için onu defalarca bakmak gerekir, tam ne anlattığını anlamasan da bir kısmını görebilirsin anlattıklarında.
İnsanların hayatlarında çeşitli kademeler vardır. Bu kademeler her şeyi görebilir. Eğer bakmasını iyi bilirse, eğer bakıpta bir şey göremiyorsa o zaman bir takım şeylerden yoksun kalır.
Cesaretini yitirir ve kendini harap etme yollarına gider. Bunalımlar artar.
Bu onlar için bir kayıptır. Sonucu varmak istese de gönül penceresi kapalı olduğundan anlayamaz. Hayatı sanki işe yaramayan bir nesne olarak devam eder gider...
Bakmakta önemlidir, baktığını görebilmekte çok önemlidir.
Göz, görme aracı değildir. Göz bakma aracı olarak görmeyi sağlayan bir araçtır. Nitekim gören göz değil, beyindir. Görmek ve bakmak birbirinden bu şekilde farklıdır.
Her şeye baksan da tam göremezsin. Âmâ görmek için bakarsan bir şeyler görebilirsin.
Anlama yollarına doğru ilerlersin, bu da iyi bakmak gördüğünü kavramakla olur. Bakıp görerek kendinde cesaret toplarsın. Yoluna devam edersin...
Bakan gözlerle gördüklerini iyi anlayanlardan olalım. Anlamak ve görmek için bakalım dostlar...
03.02.2009
Ömer Sabri Kurşun

Ölüm
Bu gerçekle bitiyordu beden
Sönen düşünceler rüyalar hayaller
Karanlık suların içinde yol alıyorlardı
Güneşimin söndüğü
Gecemin ürtüsü kızıl
Karanlıklar içinde yok olduğu
Sesimin çıkmadığı kutunun içindeyim
Gözlerimde iki yol
Biri sade ak gibi beyaz
Diğeri ise kırmızı
Hangisine ayaklarımı atacaktım
Beyaz giysim
Üstüme dökülen kumlar
Acı gibi bedenime doluyordu
Sadece ölen yaşlılarmı
Ruh acı içinde ayrılıyor
Sessiz bir karanlığın
İçinde buluyor kendini beden
Sona eriyor kalp notaları
Sen
Sıkıntıda,dertde,
Yanımda kim vardı
Sen
Gecelerde,gündüzlerde
En kötü anlarımda
Yanımda kim vardı
Sen
Seviyorken Seni...
bir aşk misali...
kemanın sesi kadar gerçek...
bu kalbimdeki sen sesi...
seviyorken seni...
güneş hiç batmıyor...
gökyüzünde bizim için gülüyor...
25 Ocak 2009 Pazar
ZAM/AN
İnsan, yeryüzüne adımını attığı ilk andan itibaren büyük bir hikâyenin içine doğar.
Sadece insanın değil, her canlının, her nesnenin bu dünyada bir hikâyesi vardır.
İnsanın bazen kendi hayatını yeniden keşfetmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Hava durumundan, spordan, bir dizi ya da filimden, ünlülerden, sosyal medyada ki paylaşımlardan, siyasetten, paradan, ekonomiden, bir başkası hakkında konuşmak kolay...
Asıl zor olan ölümden bahsetmek!
Bir gün bu dünyada ki oynadığın filimde rolün bitecek ve asıl oyun ondan sonra başlayacak…
Bu nedenle bu dünyada geçirdiğiniz süreyi daha verimli kullanmak için ihtiyaç duyduğunuz motivasyonu sağlamak ve hayatın güzelliklerini yeniden keşfetmek adına yaşama tutkunuzu ateşlemek için bazen fırtınalardan geçmeniz gerekir.
Lütfen önce kendinizi düşünün, başkaları için karakterinizden ve ilkelerinizden ödün vermeyiniz. Aynı anda herkesi mutlu edemezsiniz. Denemeye çalıştıkça da kısır bir döngünün parçası olursunuz. İşin sonunda olan size olur, sonra demedi demeyin...
Kaçınılmaz sona geldiğiniz vakit, aklınızdan geçen son düşünceler ne büyük işler başardığınız değil ne güzel ilişkiler kurduğunuz olacak. Sevdiğiniz kadar sevildiğinizi de bilmek isteyeceksiniz. Bu yüzden ona göre davranmaya başlamalıyız.
Şu an önemli olan tek şey zaman. Bu yüzden geçmişe takılıp kalarak ya da sürekli geleceğinizi planlamaya çalışarak zamanını israf etmeyi bırakın. Geçmişi kontrol edemezsiniz ya da gelecekte neler olacağını tahmin edemezsiniz.
Bunu yapmaya çalışmak, yalnızca kontrol edebileceğiniz tek şeyi, yani sizi ortadan kaldırır. Anı yaşamaya bakınız...
Başkalarına en değerli şeyiniz olan zamanını veriniz. Onlara ayıracağınız her dakika, sonsuza dek sizinle beraber olacak anıları yaratmış olacaksınız. Unutmayın, para güzel anıları hiçbir zaman satın alamaz.
Yarını kim bilir sahi? Var mı alanı, satanı?
Örneğin ben: Zamanın içinde sıkışıp kaldım. Gelen günler, geçen günler... Ortada bir yerlerde duruyorum ve dokunamıyorum an'lara...
Dokunamıyorum zamana… Zaman ne çok şeyimi aldı oysa… Ne az şey verdi bana…
Haksız değilmiş küfürlü şiirler yazan şairler.
Haksız değilmiş hiç Can YÜCEL de... Neresinden tutarsam hayatın, elimde sapı kalıyor, elimde çöpü kalıyor. Bunca suç zamanın olamaz, bunca suç yazgının olamaz. Olsa olsa kendi suçumdur işlediğimden bile habersiz olduğum… Ya da ben suçtum işlendiğimden habersiz…
Konuşsak suç, sussak suç… İsyan neredeyse en büyük suç… Varsa yoksa sabır…
Sabret, şükret. Ediyoruz bakalım, ne olacaksa bilmiyoruz... Ya da olanlar oldu, farkına varamıyoruz…
Ne düşünüyorum biliyor musunuz dostlar?
İnsanlık gelişimde bir sıralama hatası yapmıştır: Hayvanlardan önce insanlar evcilleştirilmeliydi.
Düşünüyorum bazen, aklımıza gelebilecek evcil hayvanlar neler mesela?
İşte bunların binlerce yıldır türleri hep evcil kaldı. İnsan nasıl bir hayvandır ki, nesiller arasında böyle uçurumlar var? Biri can kurtarmak için çırpınıyor, öteki can almak için.
Biri yoksula dağıtıyor, diğeri yoksuldan bile çalıyor.
Yok dostlar yok, kirli dünyanın az ya da çok kirlenmiş/kirletilmiş insanları olarak, tüm kabahati ilk insanlara yüklüyorum kendimce. Nasıl bir tesellidir bu bilemem. Ama yaratılışına aykırı hareket eden tek canlının insanoğlu olması sadece benim düşüncem değil sanırım.
"Kendimi anlattığım zaman bile kendimden bir şey gizliydi bir yerlerde. Hislerimi, duygularımı, istediğim dünyayı cümle âleme, kendimi sadece kendime yazdım ben, bak şu mutluluğu bana yazmayan kaderin cilvesine…" demişim vaktiyle dostlar.
İyi demişim. Ama niye demişim o muallakta… “Gökyüzü altında söylenmemiş söz yoktur” demişler ya bende Güneşin altında söylenmemiş cümle kalmasın diye demişim demek ki…
Füruğ FERRUHZAD yaşasaydı kulaklarını çınlatırdım: "Hangi yaşta ölürsek ölelim söylenmemiş cümlelerimiz olacak." demişti.
Haklıymış. Ömür bitiyor, söylenmemiş cümleler bitmedi… Bitmeyecek de… Gerçi, başka bir düşünür de "Yeryüzünde söylenmemiş cümle yoktur" demişti. O da haklı. Ne bileyim işte, böyle ortaya karışık bir şeyler işte.
Bazen kelimeleri yanyana getirmek çok zor olabilir. Bir o kadar tehlikeli ve can alıcı ve hatta can yakıcı satırlar oluşturmaktan korkarız.
Kendi canımızın yanması değildir asıl mesele zira kendimizden geçmişizdir.
Karşımızdaki insanların canını yakmaktan ürkeriz. İşte bu hakikaten en zorudur ve kelimeler yetmez. Şebnem Ferah’ın o çok sevdiğim albüm başlığında dediği gibi ‘Kelimeler Yetmez’...
Ah, keşke yetse yetebilse şu kelimeler. Kelimelere bile hükmetmemiz bu derece zorken kimi anlar vardır. Zamanın durmasını arzu ettiğimiz, hiç bitmesin geçmesin büyüsü bozulmasın istediğimiz...
Ebedi olarak kalsın istediğimiz... Böyle anlarda aklıma Mevlana gelir, zamanın durmasına dair çok güzel bir cümle kurmuştur: “Peki zaman acının en derin yaşandığı anda dursaydı..."
İşte bu çoğumuzun aklına dahi gelmez. Acının en derin yaşandığı anda kimse gerekli sabrı bünyesinde barındırmadığı için o an zamanın durmasını istemez.
Çünkü bu durum bir mükâfat değil daha doğrusu bir ceza gibi gelir o insana. Ama hayat eğer zıtlıklardan mütevellit ise insan bunları da düşünmeli bence.
Yani Rahmetli Barış Manço gibi mi diyelim.
Zaman akmıyor sanki saatler durmuş bugün. Sonsuz yalnızlığımda bir tek sen varsın bugün... Anlıyorsun Değil Mi?
Ve ben naçizane zamanın durmasından yanlı olanların güruhunda değilim. Zaman akmalı hatta hiç durmamalı. Senle zamanda yürümek isteyen elinden tutar ya da omuz verir yürür. İstemezse kendi bilir zamanın gerisinde kalır. Ben ileriye bakıyorum. Kaç saatlik ömrüm kaldığını bilmediğiyim için…
İçerisinde zaman olmayan bir dolap olsaydı içerisine girdiğimizde tahminen çıkamamamız gerekirdi. Çünkü zaman olmadığı için canımızın istediği bir anda veya sıkıldığımız bir zamanda çıkamazdık. Eğer çıkabilseydik ne olurdu, dünyaya göre, dolaba girdiğimiz andan sonra, rastgele bir zamana mı geçerdik, yoksa girmemizle çıkmamız bir mi olurdu?..
Tabi ki böyle bir dolaba girme şansımız yoktur. Çünkü içerisinde zaman yoksa böyle bir dolapta yoktur. Var olan her şeyin bir zamanı vardır, zaman algısı değişkenlik gösterebilir (insan, ışık, ses vs.) lakin bana göre, bir şeyin var olması için zaman bir ihtiyaçtır…
Zaman hep ileri akıyor ve bunu doğuştan biliyoruz: Bebek doğup yaşlanıyoruz ve geçmişe dönüp hatalarımızı değiştirme şansımız bulunmuyor. Ayrıca geleceği bilmiyor, sadece geçmişi hatırlıyoruz ve iyisiyle kötüsüyle hep önümüzdeki maça bakmak zorunda kalıyoruz.
Hiçbir zaman olmayacağını da biliyorum!..
Fakat yine de, her şeye rağmen her şeyi sil baştan yaşayacağım bir hayat sunulsa.
Birde hayatın bir silgisi olsa da, tüm yaşanmışlıklarımı silsem, tekrar baştan yaşayabilsem… Bir yaprak gibi titreyen yüreğime, su serpebilecek pencereler açılsa... Karanlıklara düşen çığlıklarımın içine, tebessümlerin hâkim olduğu bir yaşam girebilse... Ah diye geçmişime bakıp da, nedenlerimle dolu hayatımı bir silebilsem.
Silsem silsem silsem, tüm gücümle, inatla silsem... İç çektiğim günleri, bir hayat silgisiyle yok edebilsem. Edebilir miyim acaba? Yerine yepyeni bir hayat çizsem kendime. Senaryosunu benim yazdığım bir hayat. Geçmişten gelen hiçbir hatanın içinde yer almadığı…
Bu hayatta her yediğim darbeyi, o silgimle yok edebilsem ne güzel olurdu. Yalnızlığıma davetiye çıkaran sancılı ağrılarımı dindirecek bir hayat…
Yok böyle bir hayat silgisi, evet biliyorum yok. Hiçbir zaman olmayacağını da biliyorum.
Hiç bir zamanda olmadı ki. Hiçbir zaman olmayacağını da biliyorum… Zaten biliyorum da öylesine demiştim zaten.
Bize düşen de acılarla, gözyaşı ve hüzünle boğuşmak kalacak, hızla akıp giden zaman içinde yuvarlanan hayatımızda…
Ayşe Kulin’in bir yazısında okumuştum. Değerli yazar şöyle demiş zaman konusunda…
“Mahpusluk, yaşamın akmadığı, zamanın geçmediği, renklerin gözükmediği bir mekânda oturup kalmak olmalı.”
Acaba öylemi yapmak lazım… Mahpus mu olmalıyız. Oturup kalmalı mıyız bir mekânda. Zaman durur mu o zaman. İhtimal vermiyorum. Zaman bir nehir gibi kurur mu? Kurumayacağını elbet biliyoruz. Zamanı sadece Yüce Allah durdurur...
Bazısı için yaşam denen koşuda eski adımlar, üzerine yeniler eklendikçe kıymetlenir; belki de sebebi, daha iyisi olur diye umulurken, aslında en iyisinin geçen zamanla birlikte elden kayıp gidenin olduğunu sonradan anlamaktır.
Herkesin sadece bir sefer geldiği dünyada elbette ki iyiyi istemesi normaldir. Bir sonraki adım kişiye neyi getirecek ya da gelen zaman gidenden daha mı iyi olacak bilinmez. Zaman, ileriye doğru sürüp gider; bunun bilincinde olmak gerek.
Demek istediğim, geride bırakılan zamanı tamamıyla unutup gitmek değil; söylemek istediğim şu ki; yaşam akıp giderken, bizim de zaman denen yolu adımlamamız gerekiyorsa, bunu bastığımız yere bakarak ve bunun doğru olup olmadığını analiz ederek yapmamız gerekiyor. Sizi olduğunuz yere çivileyen ve adım atmanızı engelleyen bir geçmiş, yaşamınızı zorlaştırır çünkü zaman geriye akmaz.
Kısacası mesele zamanın neden ileri aktığını görmek değil, mesele zamanın nasıl aktığını göstermek de değil. Asıl mesele zamanın neden geçmişe akmadığını görmek ve bilmek, anlamak, hayatı akışına bırakmak…
Ne çetin savaşlar verdiğin ya da ne denli zorlu yollardan geçtiğin inan kimsenin umurunda değil. Hayatını başkalarının sana sempati göstermesi için yaşama. Zorluk senin zorluğun, hikâye senin hikâyen… Başrolünü oynadığın bu hikâyeye de; daha gideceğin yerler ve söyleyeceğin sözler elbet olacaktır, bunları ne doğrultuda ilerleteceğinde sana kalmış.
Nazım Hikmet in bu konuyla ilgili sevdiğim bir şiiri vardır:
"En güzel deniz
Henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk:
Henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz
Henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
Henüz söylememiş olduğumdur."
Hindistanlı mistik bir guru olan Osho:
“Her anı sanki başka bir an gelmeyecekmiş gibi yaşa.” Demiş...
Anı yaşamak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.
“Dünle beraber gitti düne ait ne varsa. Bugün yeni şeyler söylemek gerek.” Demiş Mevlana.
“Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değer bir hayat değildir" der, Sokrates.
Önce kendinizi sevin ve anı yaşayın!
Ve hayatı sevin, zaman kaybetmeden sevin…
Sevin çünkü hayat sevince, sevilince güzel ve diyelim ki her bir cümleye,” bu Vatanın sahipleri, yalnızca bu Vatanı karşılıksız seve bilenlerdir… “ Vefa bilene, toprağın altında binlerce kefensiz yatanın kıymetini bilene… Gönül soframdan gönül sofranıza muhabbet olsun...
25 Ocak 2009
Ömer Sabri KURŞUN

Son durak...
Eğer 9 Canlı Bile olsaydın,
An Fazla 8 Kez Kaçabilirdin Ölümden!
Bil ki 7 Düvele Sultan Dahi Olsan,
Yerin 6 Mekân Olacak Sana.
En Fazla 5 Metre Kumaş Götürebileceksin!
Kapatacaksın 4 Açsan da Gözlerini!
Bu 3 Günlük Fani Dünyada.
Azrail’e 2 Kat Olup Yalvarsan da Nafile,
Ecel Geldiğinde 1 Gün Öleceksin! ;
İşte, O An Her şey 0 dan Başlayacak.
Çünkü;ÖLÜM BİR YOK OLUŞ DEĞİL, YENİDEN DiRiLiŞTiR!