Powered By Blogger

GİRİŞ

Düşüncelerim,benim hayatım için seçtiklerim ve değiştirmenin yolu da kabullenmek, herşey için öncelikle şükretmek...
Kocaman bir evren kollarını açmış kucaklamak için bizi bekliyor.
Ve emin olun ki dünya hepimizin etrafında dönüyor...
Belki farkındasınız belki de değilsiniz ama gerçek bu!
Düşüncelerimiz ne ise biz o’yuz...
Yani bugün yaşadıklarınız, geçmişte kendiniz için düşündüklerinizin toplamı!
Gelecekte yaşayacaklarınız ise bugün ki düşünceleriniz ile şekillenecek tabii ki.
Bugün sahip olduğunuz herşeye şükrettiğiniz, teşekkür ettiğiniz ve istemeye devam ettiğiniz sürece...
Sahip olduğumuz(düşünce gücüyle)enerjiyle, olumlu ya da olumsuz düşündüğümüz her şeyi hızla hayatımıza çekiyoruz...
Ve çok ilginç insan bedenindeki enerji miktarı yaşadığı şehri(ne kadar büyük olursa olsun) bir hafta boyunca aydınlatacak kadarmış.
Şimdi geçmişe şöyle bir baktığımda içsel anlamda bunu bildiğimi fark ettim ve farkında olmayarak kullandığımı.
Ama önemli olan farkında olmak dolayısıyla hatırlamayı hatırlamak...
Şimdi farkındayım!

Ömer Sabri KURŞUN

Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma!Taşıyamazlar,kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar...
Üç çeşit dost vardır;birincisi ekmek gibidir her zaman istersin.İkincisi ilaç gibidir lazım olunca ararsın.
Üçüncüsü mikrop gibidir o gelir seni bulur.
*****
Karıncaya sormuşlar; '' nereye gidiyorsun?'',
'' dostuma'', demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca; '' olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş...
Yolunda ölünecek dostlara...


https://kursunsabriomer.blogspot.com
Çeşit çeşit insanlar yanıltmasın sizi;
yalancılar, dürüstler, düz insanlar, zorbalar..
Gülümseyen kalpler arayın, az da olsa etrafı tarayın.
Gözlere mi sakın ha aldanmayın, sözlere hele hiç kanmayın.
Haydi rast gele...
Ş A N S I N I Z A...

27 Şubat 2009 Cuma

Sarıl, Sarmaşık Sarı Gülüm




http://kursunsabriomer.blogspot.com/

Bir gül yaprağı değil misin sen?
Sen de geçeceksin...
Bahar yağmurları dökülecek gözlerinden,
Dineceksin...
Kanatlarımdan kopan bir tüy gibi
Yere ineceksin...
Bir gökkuşağı uzanacak benden,
Bineceksin...
Eteklerinde yıldızlar olacak,
Yürüyeceksin...
Sorularının yanıtı olacak bir bakış,
Seveceksin...
"Yaklaş" diyeceğim gecenin bir yerinden,
Sesim yankılanacak koridorlarda,
Ürpereceksin...
Göz kapakları açılacak ağır ağır yüreğinin...
"Yaklaş" diyeceğim taa derinden,
Gönlümün koridorlarına gireceksin.
Yaklaş ey sevgili...
Yaklaş, en güzel aşk...
Sarıl, sarmaşık sarı gülüm...
Pencereler olacak taş duvarlarda
Her birinde değişik manzaralar...
Her gün başka sen
Değişik durumlarda...
Yürü, sen başkasın
Oyalanma küçük mutluluklarla.
Yaklaş...Yaklaş...Biraz daha,
Bak ne söyleyeceğim kulağına
Konuşmasan da olur
Yavaşça aralansın dudakların
Yaklaş, su sızmasın aramızdan
Sırılsıklam olalım terden...
Sen ve ben her şey olalım bu gece...
Geçelim kendimizden...
Fısılda, aralansın dudakların,
Bir gül yaprağı değil misin sen?...
Yaklaş ey sevgili...Yaklaş...
Sarıl, sarmaşık sarı gülüm...


Ö.S.KURŞUN

Ya tutulacak kadar yakın ol,yada unutulacak kadar uzak...



http://kursunsabriomer.blogspot.com/

Birgün melek ile şeytan karsı karsıya gelmişler. İkiside birbirinin gözlerine
bakıp gözlerinde ifadeyi okumaya çalışıyormuş.
Melek şeytanın yüreğinde kesin bir fesatlık olduğunu,şeytan ise meleğin yüreğinin ne kadar temiz olduğunu biliyormuş.
O sırada çok güzel bir müzik çalmaya baslamış.
Şeytan ellerini meleğe dogru uzatmış ve;
"benimle dans eder misin?"
demiş.
Melek bunu duyunca şaşırmış,o anda birden elini şeytana uzatmıs ve dans etmeye başlamışlar.
Çalan müzik o kadar güzelmiŞ ki ikiside birden romantik saatlere mahkum olmuşlar ve melek biran şeytanın içindeki kötülükleri unutmuş.
Şeytan dans sırasında meleğe dönmüş ve;
"seni seviyorum, ya sen?"
demiş.
Melek yine bir şok daha yasamış.Durmus ve düşünmüş bir an.
"Seytan neden bana böyle birsey desin ki? ama olsun yinede bende ona
gerçek olmasa bile bir cevap vereyim" demiş içinden ve melekte
Seytana dönmüş;
"bende seni seviyorum"
demis.
İşte o gün yeryüzünde dürüstlüğün romantizme boynunu büktüğü ilk an olmuş...

Hangi viteste çalışıyoruz?



http://kursunsabriomer.blogspot.com/Ne için ( niçin) çalışıyorsunuz sorusuna insanlar nasıl yanıt verirler? Birçok şey anlatırlar ama çalışma nedenlerini sıralasak ve bunları bir aracın vitesine benzetsek bakın ortaya neler çıkacak?

Boş viteste çalışan insanlar, zorunlu oldukları için çalıştıklarını söyleyeceklerdir. Aynı, aracın boşta olması gibi; birisi veya bir olay onları iterse çalışırlar, yoksa enerji (yakıt) boşa gider. Zaten araç da bir yere gitmez. Sabah işe gitmek için birisinin onları uyandırması gerekir.

Birinci viteste çalışan insanlar “ işim bu” derler onun için çalışıp giderler ama ne devir sayıları artar ne hızları. Sabah uyanırken “yine işe gideceğiz, ne yapalım ya” diye söylenirler.

İkinci viteste gidenlerise para için çalışanlardır. Onlar yalnız paraya odaklanmışlardır ve çalışma nedenlerini para ile kısıtlarlar. İyi çalışamadıkları zaman ise size köfte ve ekmek örneğini verirler. Sabah işe gitmek için pek kalkmak istemezler ama alacakları parayı düşünüp isteksiz yola koyulurlar.

Üçüncü viteste gidenler kendi hayatları için planları olan kişilerdir. Onların kendi hedefleri vardır ve bu hedeflere ulaşmak için çalışırlar. Sabahleyin kalktıkları zaman “bugün hangi hedefime ulaşacağım?” diye kendilerini motive ederler. Üçüncü vites hayatta yaşanası bir seviyeye getirir insanları. Bu viteste yaşayıp, çalışanlar çalışmaktan tat almayı öğrenmeye başlarlar.

Biraz daha hızlandıkça, devir sayısı arttıkça,

Dördüncü vitese geçeriz. Bu viteste çalışan insanlar çalıştıkları şirketin değerini bilmeye başlarlar. Kendi hedeflerine ulaşmanın yolunun şirketinin hedeflerine ulaşmasını sağlamak için çalışmak olduğunu anlamışlardır. “Şirketime ne fayda sağlayacağım?” diye düşünerek karar verir, eyleme geçerler. Sabahleyin uyandıklarında içleri içlerine sığmaz, çünkü o gün yapacağı hamleler onu heyecanlandırmaktadır.

Bu arada bu metafora eklememiz gereken bir açıklamayı yapmanın zamanı geldi.

Burada vitesler birbirinin üstüne inşa edilir. Yani beşinci viteste kalkamazsınız. Tabi vitesleri büyüterek hızlanır insanlar. Bu nedenle işi olmak, para kazanmak, hedef sahibi olmak tabii gerekli ve zorunlu viteslerdir.

Beşinci viteste çalışan insanlar hizmetlerinin ve ürünlerinin ulaştıkları insanlara neler sağladığını düşünerek çalışan kişilerdir. “Müşterilerime ne fayda sağlıyorum?” diye düşündükleri ve buna paralel çalıştıkları için yaptıkları işten haz alırlar, severek yaparlar. Sabahleyin kalkarken onları motive eden şey insanlara/ müşterilere yarattığı faydadır. Çünkü o bilir ki diğer insanlara fayda sağlamadan altıncı vitese geçilemez.

Çünkü...

Altıncı ve son vites kendine, ailesine, toplumuna, ülkesine, dünyaya ve tüm insanlığa “ ne fayda sağladım?” diye düşünerek çalışan insanların vitesidir.

Bu insanlar çalışırken sevgiyle gülümserler.

İşlerini kusursuz hallederek mükemmel sonuçlara ulaşırlar. Bu insanlar sabah kalkarken bugün insanlığa ne katkı sağlayacağım diye düşünerek kalktıkları için ayaklarına çoraplarını geçirirken oflamazlar. Pazartesi sendromu diye bir kavramı kullanmazlar. Örnek olacak şekilde çalışır ve diğer insanlara ışın saçarlar.

Şimdi çevrenize bakın, size hizmet eden görevli ( satıcı, garson, çaycı, postanedeki görevli, vergi dairesindeki çalışan) nasıl davranıyor.

Bakın bakalım onun vitesini görebiliyor musunuz?

Ya yan masadaki arkadaşınız? Ya sizin yanınızda çalışanlar? Ya amiriniz?

Onları radarınızla gözlemleyebiliyor musunuz?

Hadi gelin bir de kendinize bakın; bugün kaçıncı viteste gittiniz?

Ö.S.KURŞUN

25 Şubat 2009 Çarşamba

Aşık mısınız ? | Bakın bakalım ; )



O’nu hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz...
Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz...
ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin...
O’nunlayken pervaneleşen yelkovanlar,0’nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine,bir akrep kadar hain...
sınıfta, büroda, yolda,yatakta içiniz içinize sığmıyor,O’ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz,mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor,mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,ve o,her durduğunuz yerde duruyor,her baktığınız yerden size bakıyor,siz keyiflendikçe gülüp,hüzünlendikçe ağlıyorsa...
dünyanın en güzel yeri O’nun yaşadığı yer,en güzel kokusu bedenindeki ter,en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...
hayat O’nunla güzel ve onsuz müptezelse...
elmalar pembe,kiremitler pembe,gökyüzü,yeryüzü,O’nun yüzü pembeyse,kışlar ilkbaharsa,yazlar ilkbahar,güzler ilkbahar...
her şiirde anlatılan O’ysa...
her filmin kahramanı O...
her roman O’ndan söz ediyor,her çiçek O’nu açıyorsa...
bir anlık ayrılık,bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,iştahınız kapanıyor,iştahınız açılıyor,iştahınız şaşırıyorsa...
iştahınız,hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
eliniz telefonda yaşıyor,işaret parmağınızla ha bire O’nu tuşluyor,dara düştüğünüzde kapıyı çalanın O olduğunu adınız gibi biliyorsanız...
mütemadi bir sarhoşluk halinde,her çalan telefona O diye atlıyor,vitrindeki her giysiyi O’na yakıştırıyor,konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...
kokusu burnunuzdan,sureti gözünüzden,sesi kulağınızdan,teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...
özlemi,sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...
hem kimseler duymasın,hem cümlealem bilsin istiyorsanız...
O’nsuz geceler ıssız,sokaklar öksüzse...
ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse...
gamze gamze tebessüm de onun içinse,alev alev öfke de; bunca tavır,onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O’nun yüzü suyu hürmetine...
uğruna ödenmeyecek bedel,gidilmeyecek yol,vazgeçilmeyecek konfor yoksa...
dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor,sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız...
kaybetme korkusu,kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim...
gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı,bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...
Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız,sınırsız,sabırsız,doyumsuz bir tutkuyla...

Aşıksınız.....

Can DÜNDAR

Dilimizin önemi...



Bir topluluğun “millet” olabilmesi için o topluluğu meydana getiren fertler arasında dil, din, ırk, tarih, vatan, gelenek, görenek, sanat birliğinin bulunması gerekir. Millet olmanın en önemli unsuru ise, dildir. Aynı dili konuşan insanlar, millet denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi, insandan insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın olmaktan kurtarır ve onları “millet” hâline getirir. Millî birlik ve beraberlik ancak toplumun fertlerini birbirine bağlayan dille sağlanabilir.



Bu gerçekler Atatürk’te şu sözlerle ifadesini bulmuştur:


“Türk milletindeyim diyen insan her şeyden evvel Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, Türk milletine bağlılığını ifade ederse buna inanmak doğru olmaz.”

“Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hakim ve esas kalacaktır.” derken Atatürk Türk dilinin dünya dilleri arasındaki önemini, Türkçe konuşmayanın Türklüğe bağlı olamayacağını ifade ediyordu.


Türkçe'yi Korumanın Önemi


"Milli duygu ve dil arasındaki bağ çok güçlüdür.



Dilin milli ve zengin olması milli duygunun


gelişmesinde başlıca etkendir."



Atatürk yukarıdaki sözünde, dilin bir millet için ne kadar önemli olduğunu ve milli duygular üzerindeki güçlü etkisini vurgulamıştır. Gerçekten de dil bir milleti millet yapan en önemli unsurlardan biridir. Günümüzde, dünya üzerinde birçok ulus vardır. Bu uluslardan her birinin kendine ait dilleri ve dillerin ulusların geçmişinde belli bir tarihi bulunur.


Bu tarihi süreçte dille birlikte gelişen bir diğer şey de bağımsızlıktır. Uluslar ancak özgür ve bağımsız olduklarında kendilerine ait bir dil kullanabilmişlerdir. Diyebiliriz ki, ulusal bir dilin kullanılması o devletin özgür ve bağımsız kimliğinin bir göstergesidir. Bu sonuç ise, bize dilin titizlikle korunması ve geliştirilmesi gereken bir milli değer olduğunu kanıtlar.


Atatürk'ün, Cumhuriyet'i yeni kurduğu yıllarda yaptığı çalışmaların başında, Türk Dil Kurumu'nun kurulması gelir. Bu kurumun kuruluş amacı, Türk dilini geliştirmek ve dilin milletleri birleştirici bir unsur olduğunu Türk Milletine anlatmaktır.


Böylece, bugün Türk dili anlaşılır ve genel geçerliliği olan tek bir yapıya kavuşmuştur. Osmanlı'ya baktığımızda dilin saray çevresinde farklı, halk arasında farklı olduğunu görürüz. Bu da sarayla yani yönetimle halkı birbirinden uzak tutan bir etkendi. Cumhuriyet yıllarıyla birlikte bu engelin aşılması halkla yönetimi birbirine yaklaştırmış ve halkın da demokrasinin temeline uygun olarak yönetimde söz sahibi olmasını kolaylaştırmıştır. Buradan, dil üzerinde yapılan çalışmaların faydası ve gerekliliği daha iyi anlaşılır.



Türkiye'nin bugününe baktığımızda, dilimizin dünyanın süper gücü sayılan bazı ülke dillerinin etkisinde kaldığını görüyoruz. Bu etkileşimin Türk dili üzerindeki etkileri çok açıktır. Türk gençlerine düşen ise, Batı kültürünün olumlu yönlerini alırken hiçbir milli değerden ödün vermemektir.


Türkçeyi her zaman en doğru şekilde kullanmak ve onu korumak, milli bütünlüğü sağlamak için gerçekten önemli bir davranıştır. Zira, bize kimlik kazandıran bu olguyu zayıflatmak kendi kimliğimizi silik bir hale getirmekle eşdeğerdir. Yapmamız gereken şey, güçlü Batılı devletlerin dillerini daha çok kullanmak değil, kendi dilimizi nasıl daha yaygın ve diğer uluslarca talep gören bir dil haline getirebileceğimizin yollarını aramaktır.


Unutmamalıdır ki, dilimizin talep görmesinin yolu diğer uluslara üstünlük sağlamış, siyasi ve kültürel açıdan ileri gitmiş bir medeniyet olmaktan geçer. Kuşkusuz, Türkçe'yi dünyanın hemen her ülkesinde geçerlilik kazanmış ve dünya nüfusunun çoğunluğunun konuştuğu bir dil olarak görmek her Türk insanına gurur verir.


Alıntıdır

Şu Dil Sorunu Dediğimiz



Siyasal düzlemde kabul görmüş her yeni anlayış, her yeni felsefe dili biraz daha bozdu, birşeyler aldı götürdü ondan. Tanzimat döneminde başlayan dil yozlaşması boyut değiştirerek Servet-i Fünun edebiyatı ile sürdü. Cumhuriyet döneminde “dil inkılâbı” adı altında –herne kadar sonradan uygulamanın yönü değiştirilse de- bir kıyıma şâhit olundu. Tarihimiz-geçmişimizle, kültürel belleğimizle bağlarımızı oluşturan kelime haznemiz daraltılıp bir kültürel tabana oturmayan, kimi zaman dil ve türetme kurallarına dahi uymayan bir Türkçeleştirme faaliyetine girişildi. “Öztürkçe” addedilen bu yeni kelimelerin de pekçoğunun (bir imparatorluk diline uygun olarak) yabancı kökenli ve/fakat zamanla Türkçeleşmiş kelimeler olduğunu görüyoruz.


Bu kelimelerin önemli bir kısmı dilimizde bugün yer edinmiş vaziyette, onları fiilen kullanıyoruz. Ancak bunun için, bir dil (ki binlerce yıllık bir geçmişe sahip bir imparatorluk dili) ve –dolayısıyla- kültür adına hayatî sayılabilecek ölçüde önemli ödünler vermek zorunda kaldık. Artık gençlerimiz, zamanında en açık ve duru bir Türkçe ile yazmış olan Ömer Seyfettin, Hâlide Edip ve Reşat Nuri’yi bile sözlük yardımıyla veya “sadeleştirilmiş” basımlarından okumak zorunda kalıyorlar. Tevfik Fikret ya da Hâlit Ziya’dan bahsetmiyorum bile. Bu, toplumun geçmişini unutması, tarihiyle bağlarını koparması demektir.


Verdiğimiz bir diğer ödün anlam kısırlaşması ile ilgili:


Bir zamanlar dilimizde "güzel"i anlatan onlarca kelime bulunurdu ve bunların herbiri çeşitli kullanılışlarıyla, farklı güzelliklerin ifadesi olmuştur. Bunlardan birkaçını anlamlarıyla sıralayalım: Lâtif ince, şeffaf hattâ ruhanî güzelliği; zîbâ süslü ve yakışıklı güzelliği; hoş bilindiği gibi, hoş güzelliği; tarâvet tazeliği ve taze güzelliği; dîdâr yüz güzelliğini; râ’nâ, gül-i râ’nâ ve nergiste olduğu gibi, renkli güzelliği, ya doğrudan ya da mecazla ifade ederler. Bunlardan başka şîrinlik, sabâhat, melâhat, vecâhet, cemal, behâ, hüsün, ân vb. gibi daha nice kelime güzelliğin çeşitli yönleriyle ifadesi olmuştur (1). Kimi zaman bunlar da yeterli görülmemiş, hüsn ü cemal, hüsn ü behâ hüsn ü ân şeklinde birarada kullanılmışlardır.


Zamanın edipleri daha da ileri gidip Farsça gönül demek olan dil kelimesiyle yapılmış ne kadar birleşik sıfat varsa bunları, çeşitli güzelliklerin ifadesinde büyük ustalık ve incelikle kullanmışlardır. Bunlardan "dilârâ" (gönül süsleyen), "dilber" (gönül götüren), "dildâr" (gönül tutan), "dilpesent" (gönlün beğendiği), "dilrüba" (gönül çeken), "dilşikâr" (gönül avlayan), "dilfürûz" (gönül parlatan), "dilfirîb" (gönül eğlendiren), "dilmişin" (gönülde yerleşen), "dilnevâz" (gönül okşayan) güzel demektir ve bunların sayısı burada sayılanlardan daha fazla ve çeşitlidir (2).


Bu kelimelerin bugün tamamına yakını öldürmüş durumdayız. Bir panelde, konferansta, TV’de konuşanların da, sokakta kavga eden çocukların da durumunu “tartışma” kelimesi ile karşılıyoruz. "Münakaşa, müzakere, münazara, müşahede, münazaa" kelimelerinden mahrum kalıyoruz.



Hayal yerine imge, ruh yerine tin, mesela yerine örneğin koyup (3) kelimelerin kültürel ve edebî anlamlarını yok ediyoruz.




Ziya Gökalp’in dediği gibi,


“Uydurma söz yapmayız,

Yapma yola sapmayız,

Türkçeleşmiş, Türkçedir

Eski köke tapmayız.”



deyip, dilimize yerleşmiş, “Türkçeleşmiş” kelimeleri Türkçe’deki kullanımıyla bırakmamız gerekir.


Buradan geliyoruz dil yozlaşmasının son ve en önemli halkasına...


Son 40-50 yıldır süren dil yozlaşması-yozlaştırılması faaliyetinin mahsullerini son yıllarda topluyoruz: artık hepimiz İngilizce konuşuyoruz! ‘80’lerden sonra ivme kazanan faaliyetlerle, Türkçe’nin gazete-TV dili gibi günlük kullanımı da İngilizce-(İngilizce bozması) Tarzanca olarak değişti. Caddelerde-sokaklarda Türkçe isimli mağazalara, dükkânlara artık rastlayamaz olduk. Bu da yetmezmiş gibi, (çocukların yabancı dil öğrenmesi için!) -günün belli saatlerinde de olsa- İngilizce yayın yapan, çizgi film oynatan TV kanalları türedi.


Artık izin değil “off” kullanıyoruz, ticaret veya alışveriş merkezlerine değil “center”lere gidiyoruz, mankenler “top model” olmak için uğraşıyor, “cash”e ihtiyaç duyuyoruz, “start” veriyoruz, “brunch”lara katılıyoruz, “CV” yolluyoruz, toplam veya yekün değil “total” belirliyoruz, “mail”leşip “chat”leşiyoruz, “retail” sektörüne giriş yapıp “executive” oluyoruz, “CEO”larla çalışıyoruz, “translate” ediyoruz, “presentable” görünüyoruz...


Hayat gibi kültür ve elbette dil de bir sebep-sonuç zincirlemesiyle yürüyor, değişiyor, son buluyor. Bu durumun da müsebbibi birtakım unsurlar var. Türkiye’nin sonu gelmez Batılılaşma serüveni bunların başında geliyor. Ama bir de tedbirsizliğimiz, dirayetsizliğimiz, mukavemetsizliğimiz var. Yeniliklere açık olmak bir tarafa, “bize ait” olanların kopup gitmesine izin veriyoruz. O zaman da biz “biz” olmaktan çıkıyoruz tabii.


Dilde bu minval üzere kurulmuş bir kurumumuz var. Böylesine hayatî bir mevzuyu, toplum geneline yayıp aklî ve vicdanî duyarlılığı tevdi etmek gerekirken yalnızca bir kurumun çalışma ve çabalarına bırakmak olur mu, olmaz elbet ama Türk Dil Kurumu’ndan yine de çok daha etkin bir çaba beklenirdi.





(1): Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı (16. baskı), 1999, İst., sf. 161
(2): a.g.e., sf. 162
(3): Üstat Banarlı, dilimize Öztürkçe diye sokulmuş olan bu kelimenin kökünün de, ekinin de Ermenice olduğunu kaynaklarıyla ispat ediyor. Bkz., a.g.e., sf. 147 “Örneğin Faciası” adlı bölüm.


Son durak...

Eğer 9 Canlı Bile olsaydın,
An Fazla 8 Kez Kaçabilirdin Ölümden!
Bil ki 7 Düvele Sultan Dahi Olsan,
kursunsabriomer.blogspot.comYerin 6 Mekân Olacak Sana.
En Fazla 5 Metre Kumaş Götürebileceksin!
Kapatacaksın 4 Açsan da Gözlerini!
Bu 3 Günlük Fani Dünyada.
Azrail’e 2 Kat Olup Yalvarsan da Nafile,
Ecel Geldiğinde 1 Gün Öleceksin! ;
İşte, O An Her şey 0 dan Başlayacak.
Çünkü;ÖLÜM BİR YOK OLUŞ DEĞİL, YENİDEN DiRiLiŞTiR!

Ömer Sabri Kurşun

http://kursunsabriomer.blogspot.com


Bu sayfada

Dakika

Saniye
Misafirim oldunuz




https://kursunsabriomer.blogspot.com[diploma.gif]
Diploma  of  Ömer Sabri KURSUN